30.11.2018

Tek, eksik.. 


Kağıttan yapılmış üç turna kondurdun avuçlarıma. Biri kefen beyazı, biri kan kırmızı diğeri göz bebeklerinin siyahı. Kapatmadım avuçlarımı, bir damla yaş düştü kırmızı turnanın kanadına. Avuçlarımda dargın turnalarla, gecenin karanlığında yola koyuldum. Turnalar ağladı ben ağladım. Zaman mekana karıştığı anda erime başladı. Önce bedenim damladı. Akışta yanlış giden bir şeyler olduğunu seziyordum ama yok oluşun cazibesiyle görmezden geldim. Parmak uçlarımdan başlayan erime yavaş yavaş tüm vücudunu sarıyordu. Sıra ruhuma geldiğinde bir nefesin aramıza girdiğini hissettim. Senin  nefesin. Burada da buldu ruhumu. Git dedim olmadı kal dedim hiç olmadı. Varla yok arası tuttu ruhumdan nefesin. Turnalar ağladı ben ağladım. Nefesin yetmezmiş gibi gülüşün geldi soğuk duvarlarıma. Hiç ısınmaz sandığım o duvarlar el yakmayan bir sıcaklığa büründü. Nefesinle geçtim ılık duvarlarımdan. Bir sokak başına çıktım, köşede güzel bakan gözlerini gördüm. O an dursun istedim dünya. Gidemedim kaldım ben o bakışlarda. Göz bebeklerinde ölmek istedim. Ölmedim, her geçen dakika biraz daha eridim. Eriyen uzuvlarımı bir sokak lambasının altına bırakıp yoluma devam ettim. Hangi sokağa girsem çıkmaz bir hüzün karşılıyordu ruhumu. Gidecek yerim kalmamıştı. Sona yaklaşmıştık. Tek pencereli bir harabeye sığındım. Turnalar kanatlanıp aralı pencereden sonsuzluğa uçtular. Öylece kaldım. Nefesini çektim içime. Gülüşünü çizdim pencerenin buğusuna. Sonra kimse ağlamadı, kimse gelmedi. Ben öylece kaldım. Tek, eksik, hareketsizdim sensiz.

Yalan söyledim, galiba ben seni sevdim. Galiba ben seni çok özledim.


-Öylesine Biri




29.11.2018

Kırmızı


Savrulurken eteklerimin altında ince sızı
Aklıma düştüğün an, ruhumu alır bir kırmızı

Ben seni unuttuğumda yeşerecek bir çiçek
Buna bağlıysa hayat, ölüm burdan gelecek

Ne gider ruhumdan kırmızı
Ne yeşerir bizim mahâlde çiçek
Ne silerim seni bir gün kalbimden
Ne de severim seni hep ölene dek

-Zeki Akbaş




20.11.2018

Artık Düş


Geçti işte paltosu perdem
Görmezden gelebilir misin
Hayalet sokakların kırgınlığını
ve sinirden kuzu kesilmiş halini.
Küplere binmiş güller sulanmaya muhtaç
Ve rüzgar gülleri çatıdan atılınca mutlu
Ardında kalacak kalbimiz ama
Geçti işte dalları derdim 
Ebedi pişmanlık be



-Can Ufuk Erdoğan




13.11.2018

perdebeyazı&gecesaçı


Saç uçlarından başlayıp, gittikçe yukarı çıkan bir ekrana çevrildi tüm gözler..
Belinden başlayan bu deryanın göğsünün üzerine çıkması yaklaşık yirmi dakika sürdü;
göğüs kafesinden o deryanın döküldüğü omuzlara ulaşmaksa otuz beş dakika. 
En heyecanlı bölüme gelmiş olmamıza istinaden, gördükleri karşısında dayanamayacağını düşündüğü için salonu terk eden birkaç kişi oldu. 
O anı görüp de nefesi kesilmeyene, dünyanın en saygısız insanı gözüyle bakacak milyonlarca insan dolaşıyordu dışarıda. 
Neyse ki salonda kalan kimseden çıt çıkmıyordu. 
Görülebilecek en güzel sahneye bakarken kendimizi bu denli sessizliğin içinde bulmak biraz ürkütüyordu içimizi. 
Omuzlardan yükselen derya ile boynun birbirine karışmaması mucizesini kim bu kadar net izlemek istemezdi ki?
salonu terk etmek zorunda kalan zavallı kalbi kırıklar..

..

Huh.. ara verildi sonunda.
Biraz daha devam etseydi, şehirdeki bütün acil servis doktorlarının izinleri iptal edilebilirdi.
Reklam vermediler, ekran köprücük kemiklerinde kaldı ikinci yarıya kadar. 
Yerinden kalkamayıp, gözünü bile ayıramayan zavallı kalbi kırılacaklar..

..

O mucizeyi izlemek yaklaşık kırk dakika sürdü. 
Dayanacağını düşünüp delikanlılık taslayanlardan çok oldu salonu koşarak terk eden. 
Kimse gülemedi bile bu duruma..
Salonun geri kalanı da yaklaşık yirmi dakika süren saçlarla gözlerin karışmaması mucizesine dayanamayıp terk ettiler salonu.
Biraz sert oldu bu sefer; koltukları parçalayıp, koşarken ekranı gösterip ‘O güzellik aklımızı işletmez, başımızdan alır.’ diye Montaigne’den alıntı yapıp, duvarlardaki ‘sigara içilmez’ tabelasını söküp ekrana doğru fırlatan zavallı kalbi kırılanlar..

..

Her neyse..
Film bittiğinde çenemi sol avuç içimde buldum. Çenemi taşıyan kolçağa dayanmış o kolumun da ayrıca uyuştuğunu fark ettim. Sağ elim ise dumanlar eşliğinde diğer kolçaktan aşağı doğru sallanıyordu. 
Sanırım duvardan sökülen yazı ancak böyle bir anda fırsata çevrilebilirdi. 

..

Kalabalıklar içindeki yalnızlığım boyunca hiç bu kadar az kımıldamamıştım beyaz perde karşısında. 
Beyaz perde?
beyaz perdem,
gece saçlım..
zavallı kalbim..



-Ahmet Delice




7.11.2018

4. Renk Senfonisi / Kar Beyazı


Yerler kar ile kaplıydı. Sabahın erken saatlerinde çocuklar okula gidiyorlardı. Gitmesine gidiyorlardı da hava ayazdı. Keskin bir tipi vardı. Ayaz, keskin bir bıçak gibi insanların yüzünü kesiyordu. Ankara'nın ayazını bilirsiniz. Ağır betonların arasında ölümcül bir ayaz dolaşır. Şehir hantallaşmıştı. Adım atmak için adeta ilahi bir izin gerekiyordu. 

Bunca derdin arasında birisi vardı derdi bambaşkaydı. Necdet! Asuman'ı bekliyordu. 

Asuman nereye gitmesi gerektiğini biliyordu. Dedikodu kazanına düşmemek için ara sokaklara daldı. Yanında da kardeşi Neriman... Garibim ablasının çekiştirmelerine dayanamayıp o soğukta ablası ile beraber gidiyordu. Hasılı Necdet ile buluştular. 

+ Ağır geliyor hayat. Ruhumu gasp ettiler. 
-  Özüne dön.. Ruhunu üfleyene..
+  İçimde bir sıkıntı...
-  Her şeyin bir umudu vardır.
+ Vermezler seni bana. 
- Kaçarım ben de o zaman.
.
.
.


-Ali Koç




6.11.2018

Bir Bölü Beş Saniye



Şaibesi ışıltılı vitrinlerinden
Bu asırda,
Hakikatin nefesiymiş gözlerin.
Üstelik ciğerlerine dolan nikotinden
Ve hatta ayak ucuna düşen
Bitik kahraman izmaritten
Bana neyken!
.
“Bırak şu illeti.
Saç tellerim acıyor.”
.

Örneğin bir bölü beş saniye
Değmişse hakikat gözlerime,
İçime bakışlarını çekmeden
“Yaşat Allah’ım” duasına dalarım.
Gözlerinse otobüs peronlarına...
Barış abinin kol düğmeleri çalar içimde.
İçimde sorular, sorgular, yargılar...
.
“Başın omzumda bir fotoğrafımız olmasın mı?”
.
Çoraplarının yerini sor bana.
Elmacık kemiklerine çiçekler çizeyim,
Hakikatin nefesiyle her sabah aynada
Büyüt onları,
Nefesini öpeyim.
Gözlerinin hohladığı camların buğusuna
Adını yazmamı bekleme.
Pencereler,
Kuş dolsun diyedir içimiz.
Kal!
Tüm şaibesi yerle bir olsun şehrin.
Ve sözlükler yeniden tanımlasın ‘mucize’yi.
.
“Yemekte ne var?”
.
‘Ankara’yı sevmiyorum’un
‘Bana sevmeyi anlat’ demek olduğunu söyle.
Heidi’nin koştuğu kırlarda
Büyük babasının köy ekmeğini koklatayım.

Bir varmış;
Faşist köyün sürrealist ressamı
Saçlarını çizmeye kalkmış.
Bir yokmuş
.


-Münevver Kübra Peker




1.11.2018

Bilgisiz Taş


Renksizim.
Hiç havamda değilim.
Alnımın çatında bi' ağırlık var,
Şuramda bi' boşluk.
Sağımdaki pencerenin arkasındaki hava 2 yıldır kapalı.
Kimsesiz değilim var sevdiklerim.
Değilim işte var bi' kaç sevenim.
Çürümüş insanüstü, maymunaltı.
Solumda esmer hemşire
Biri sana 3 kahve getir.
Rengim çok bulanık, çamur gibi
Ellerinden konuşalım doktorların
Onların elleri çok ağır. öyle işte..
Ölüm döşeğinde yatıyorum.
İki güne kalmaz sağlam organlarımı çıkarıp gömerler.
Ama başucumda bir dergi.
Kapağında içeriği yazıyor.
Yeni bulunan kuantum iletişim teknolojisiden,
Yepyeni mikrorobotik tıp yöntemlerinden,
Astronomide çığır açan fiziktanımaz gezegenden bahsediyor.
Rengim, kapalı havadaki deniz gibi.
Beni heyecanlandıracak bir şey yok.
Teorik deniz dibi gibiyim, sabit 4 derece
Şu an dergiyi okusam ne kazanırım?
Sabaha çürüyecek bu beyin ne kazanacak?
Sabaha topraklaşacağım işte
İleride sıkışırsam taş olacağım belki
Dergiyi okuyup daha bilgili bir taş mı olsam?
Tamamen bilgisiz bi' taş olsam ne kaybederdim?
Al şu dergiyi hemşire, tadım kaçtı yine
Ölmeden önce öpülmesi gereken eller dışında
hiçbir şey istemiyorum odamda.
Sabaha elimi de alırsınız, diğer organlarımı da
Kaç kişiye hayat verirsem o kadar uzun yaşarım de mi?
Benim rengim cam arkası kırık gümüş
Hiç olmazsa güzel hayaller uğruna harcandık,
Sevdiğimizin elinden falı bakılmış papatya gibi..


- Alp Eren Erdoğan




29.10.2018

İhtiyar ile Bahtiyar


Dinle beni ihtiyar, vaziyetim pek müphem
Özüme koşuyorum varamamaktır şüphem
Bakıyorum aynaya bu Bahtiyar hangisi
Ha öldü ha ölecek içimde "kim? ", birisi
Şimdi sen bu yokluğu bir varlık ile sivrilt
İşte yirmilik leşim, ister yak ister dirilt. 


-Osman Kayan




8.10.2018

Tarifsiz



  

Mevsim üçü beş geçiyor. Atıp tutan yüreğimde sessiz bir bağrışma seziyorum. Tuhaf. Tüm bu kargaşanın içinde tarifsiz bir huzura yürüyorum. Gözbebeklerimde kırmızı elbiseli çocuk tebessümü. Geçen kış öldü sandığım çiçeğim yaprak vermeye başlıyor. Korkuluğun üzerindeki kuş yuvası can katıyor çalılara. Sesleri bulutlara yükseliyor, cıvıl cıvıl dediklerinden. Bir yağmur bulutunun kolları sarıyor ruhumu. Nefesime yağıyor yıldızların baharı. Rüzgarın esintisinde korkudan titreyen cesaretim, sımsıkı tutunuyor bir ağacın dalına. Üşüyen ellerime düşen kalbim, ayağa kalkıyor cesaretten yoksunlara meydan okurcasına.



-Rabia




30.09.2018

Amel Defterim


Yırtılmış amel defterim
Bilir misin ey üstad
Ben neler eylerim?
Bazen severim Tanrı'yı
Bazen de dilrubayı
Onun için ne takarım hüsranı
Ne de mukadderatı.
Zaten halimiz bozuk 
Mey dersen kırık kadehe mahkum
Dedim ya yırtılmış amel defterim
Velhasılı rüzgar nereye götürürse
Oraya giderim!..


Fatih Mehmet şahin




25.09.2018

Delirme Günlükleri


“Yalan” kanseri: Hainin dilinden ihanet
İki gözü önüne akıyormuş insanın gerçekten. Ne kadar yıkılıp enkaz olsa da insan, sabah oluyormuş. Öldüm sanıyor ama ölmüyor, yaşamaya mecbur devam ediyormuş. Ölmek istediği için suçluluk duyarak ölmemek için bir şeyler yiyormuş.

Hayatımda hiç bu kadar yıkıldığımı hatırlamıyorum. Titreyerek öne arkaya sallanarak ağladığımı… Kafamı duvara vurduğumu (ruhsal acıyı dindirmek için fiziksel acı bir yere kadar işe yarıyor) öyle bir suçluluk, öyle bir vicdan azabı, tırnaklarımla derimi kazımak istiyorum, yorganın altında yok olup bu dünyadan silinmek istiyorum. Öyle bir kendine nefret, hiçbir şeyin anlamı kalmamış, öyle bir umutsuzluk.

Nedir bu kadar yıkan insanı? Bile isteye yapılan yanlışlar, yalan yere edilen yeminler… İhanet… Onursuz, ahmakça yalanların bünyede yarattığı tiksinme hisleri… Tıpkı bir kanser gibi vücuda yayılan hastalıklı düşünceler. Yalan bir hayatı sahte bir kişilikle yaşamak. İlginç olansa dışarıdan bakınca gayet normal, hatta iyi diyebileceğin biri gibi görünmek… En yakının bile anlayamıyor. Ne demişler; bir insana ne kadar yakın olursan ol, kafasından geçenleri asla tam anlamıyla bilemezsin. İrvin Yalom’du galiba. Ve ne yazık ki tüm bunlardan canı en çok yanan da o en yakını oluyor…

“Gerçeğin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.” Çünkü.

Peki neden bu kadar yalan söyledim? Neden olmak istediğim kişi olamıyorum da başka biri gibi davranıyorum? Ne istediğimi biliyorum fakat katiyen davranışlarıma yansıtamıyorum. Sanki zorlamayla gidiyor. Var olan gerçekleri görmezden gelebiliyorum ama var olmamasını sağlayamıyorum. Gerçeği gizlemenin bir anlamı olmadığını öğrendim. Geçmişi unutmak isteyebilirim ama silemem. Bir sırrı dünyadaki herkesten gizleyebilirim ama kendimden gizleyemem. Kanser olduğuma inanıp inanmamam bir şeyi değiştirmez, tedavi edilmesi gerekir. En ufak bir doku, bir hücre bile kalmamalı. Yoksa yayılır ve kötü sonuçlar doğurur. Nitekim öyle oldu. Bir ilişki öldü. Güven öldü. Umut öldü. Sevgi can çekişiyor. Akıl sağlığı taze bitti. Enkaz kaldı geriye. Enkaz…

Adam kadını sevdi. Kadın ihanet etti, yalan söyledi, pişman oldu, sonra geçmişi sildi, devam etti. Adamı sevdi sonra, bir daha yalan söylemedi. Bir daha ihanet etmedi. Ama silinmemiş geçmişi. Adam gerçeği öğrendi. Yıkıldı. Kadın kustu, tüm pisliği çıkardı içindeki. Kadın bir daha ölür de yalan söylemez. Adam bir daha sever de güvenmez. Kadın mahvoldu deli gibi severken adamı kaybetti. Kaybedecek bir şeyi kalmadı. Kadının tüm korkuları gerçek oldu. Adamın kaybedecek bir şeyi kalmadı, umudu, yaşama sevinci öldü. Adam sustu. Kadın sustu. Kadın adamı seviyor, adam kadını seviyor. Artık inanmıyor adam. Sevildiğine inanmıyor. Kadın deli gibi seviyor, inandıramıyor. Güzel bir hikayeye korkunç bir son. Yalan kanseri sevgiyi yendi: Aşk öldü.


-Yorum Kale




7.09.2018

Balkon




   

Öylece duruyorum bu tozlu balkonda. Ne kayboluyorum ne de var oluyorum. Olmuyor. Sırtımda sükûttan örülmüş bir hırka, ben üşüyorum.  Balkondaki demir korkulukların arasından bakıyorum,  paslı korkuluklar. İçim de onlara uyuyor. Göğüm karanlık, artık bulutlar da gelmiyor. Onları da anlıyorum, ben olsam gelir miydim bilmiyorum. Bazen balkonun tozu yapışıyor kirpiklerime, gözyaşlarımla yıkıyorum. Sonra uykum geliyor, kıvrılıyorum balkonun köşesine uyuyorum. Sonra yine uyuyorum. Geçmiyor yine uyuyorum. Uyumak uykusuzluğuma çare olmuyor. Çare ne bilmiyorum. Bilmeye bilmeye oturuyorum balkonun köşesinde. Neriman teyze yemek getiriyor bazen. Zorla ağzıma tepiştiriyor. Başlarda hakkımda cevap alamadığı bin tane soru sorardı. Sonra dilsiz olduğuma karar verdi kendisi. Vazgeçti artık sorular sormaktan, hapisteki oğlundan bahsediyor. Oğlunun suçsuz olduğuna, haksız yere hapiste olduğuna ikna etmeye çalışıyor beni. Ben paslı korkulukların arasından bakıyorum, gıkım çıkmıyor. Kocasıyla kavgalarını anlatıyor. Komşularının dedikodusunu yapıyor, ses etmeyeceğimi bildiğinden ağzına geleni söylüyor. O da birine anlatıp rahatlamak istiyordur diyorum, hoş görüyorum. Bazen sokaktaki çocukların topu düşüyor balkona, ben öylece bakıyorum. Gelip alıyorlar toplarını. Alıştılar artık bu halime, garipsemiyorlar.  Bazen Zeliha geliyor, küçük arkadaşım. Bir tek onun gözlerine bakıyorum, bir tek ona gülümsüyor içim. Gök mavisi gözleri var Zeliha’nın, upuzun kirpikleri, simsiyah saçları. Genelde balıksırtı örülmüş oluyorlar ama arada at kuyruğu da yapıyor saçlarını. Hiç soru sormuyor Zeliha, gözlerimin dilini sadece o biliyor. Bana dondurma getiriyor bazen. Okulundan bahsediyor. Bir oğlan varmış, saçını çekip dalga geçiyormuş benim minik Zeliha’mla. Ben bulursam ona sorarım, diyorum gözlerimle. Beni desteklercesine elimi tutuyor. Bazen saçlarımı tarıyor, kendi saçları gibi örüyor. Bazen şarkı söylüyor bana, sesi bir ırmakta yıkanmış kadar güzel. Ömrümün sonuna kadar dinlesem bıkmam. Susma der gibi bakıyorum gözlerine. Devam ediyor. Bugün yine geldi minik Zeliha’m.  Ufak bir radyo getirmiş, yanımda duran çürümeye yüz tutmuş tahta sehpanın üzerine bıraktı. Artık sana şarkı söyleyemeyeceğim, dedi. Babasının tayini çıkmış, Düzce’ye gidiyorlarmış. Gıkım çıkmadı. Sarıldı bana, ağladı. Benim gıkım çıkmadı, içime aktı gözyaşlarım. Ona söylemek istediğim milyonlarca güzel kelime vardı, gıkım çıkmadı. Şimdi paslı korkulukların arasından gök mavisi gözlere son kez bakıyorum. İçimdeki son gülümsemeyi de alıp gidiyor Zeliha. Ben sükûttan örülmüş hırkamla, karanlık göğün altındaki bu balkonda bir başıma üşüyorum. Son bir gayret titreyen ellerimle radyonun açma tuşuna basıyorum. Radyoda gök mavisi bir türkü çalıyor, Zeliha’nın gözleri gibi bir türkü. Ve ben sükûttan örülmüş hırkamla, karanlık göğün altındaki bu balkonda bir başıma üşüyorum.



-Rabia




2.09.2018

Bilindik Bir Hikaye


"Sadece tezgâhı temizlediğinden emin misin?" diye sordu. Soruyu bir anda duyunca afalladım. Çok da düşünmeden sağıma soluma baktım, hemen ardından ona baktım.
Sağ elinin işaret parmağı ile başparmağını küçük mavi fincanın kenarındaki yuvarlağın içinde birleştirmiş, ona yaptığım sütlü kahveyi yudumlamak üzere ağzına yaklaştırırken o badem gözleriyle bana bakıyordu. Evet, bana sormuştu. Bence çok anlamsız bir soruydu; çünkü sadece iki adım atarak ulaşabileceği kadar gözünün önündeydim. Sadece tezgâhı temizlediğimi o da görüyordu.
Belli belirsiz duyulan bir “Hüüp” sesinden sonra fincan ve tabağın buluşma sesini de duydum. Hemen ardından da “Heey sana diyorum.” dedi o badem gözlerini kocaman açarak. Ne söylediğimi benim bile anlamadığım birkaç kem küm kelimenin dudaklarımdan döküldüğünü duyunca yavaşça gülümseyerek arkasına yaslandı, o anaç bakışlarıyla bana bir andan daha uzun baktı. Dedi ki “Tezgâhın aynı noktasında gezdirdiğin o tel, kalbindeki lekeleri de temizleyebilir mi sence?”. O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Nasıl anlamıştı o günü düşündüğümü. Hatta bu kez sadece düşünmekle kalmayıp hissettiğim o duyguyu içimden söküp atmaya çalıştığımı aptal bir bulaşık teli sayesinde mi anlamıştı. Gerçekten garip biriydi doğrusu. Garipti ama insana huzur veren bir duruşu vardı. Madem içimdekini görmüştü, birazcık da ben dökebilirim içimi diye düşündüm.
“Yok, temizlemez elbet. Peki, ne temizler sence bu içimdekini Gülbahar Abla?" dedim. “Kaç zamandır hissettiğim yetmez mi? İçimden çıksın gitsin istiyorum artık.”
Bir saniyeden kısa süren bir şaşkınlık gördüm gözlerinde. Benim kendimden beklemediğim gibi o da beklemiyordu sanırım içimi açmamı. Hiç bozuntuya vermeden toparladı, hafif bir öksürükle boğazını temizledi, fincanı eline aldı ve “Kelimeler” dedi ve ardından az öncekinden daha belirgin bir “Hüüp” sesi duyuldu. "Kelimeler mi?" diye geçirdim içimden. Daha önce konuştuğum bir konuydu bu kelimeler, ne işime yarayacaktı ki? Ama sesimi çıkarmadım, ben bir şey demesem de konuşmasını sürdüreceği belliydi, bekledim… 

(devam edecek...)



-gamzeyimkiben





Felçli Hisler


   

Felçli bir hasta gibiyim
Hissedemiyorum bazı şeyleri
Eylemsellikten uzağım
Düşünmek bile zor geliyor
Sahi ne olacak bu halim?
Kim kurtaracak beni?
Kimse!
Sevmek ve sevilmek istiyorum
Hatta aşık olmak belki...
Ama hiçbir derman yok yarama
Dedim ya felçli bir hasta gibi
Eylemsellikten uzağım
Lakin, ben seni sevmenin
Elbet bir yolunu bulacağım!


-Fatih Mehmet Şahin




1.09.2018

3. Renk Senfonisi / Mandalina Yeşili



































   

+ Çayına kaç şeker atıyor? 
- Bilmiyorum.
+ O zaman tanımıyorsun. 
- Ama..
+ Şşşş

Çocuk okuldan eve kadar arkadaşları ile yağan karın tadını çıkarmıştı. Fakat fena halde üşütmüştü. Annesi azarı basmıştı sabiye. Üstü başı fena haldeydi. Anne hemen çocuğun üzerini değiştirip çocuğu sobanın yanına aldı. Yorgun olan sabi uyuyakalmıştı. 

Yokken varlığı aranan varken de varlığı ağır gelen adam kapıyı çaldı usulca. Kapıyı açan kadın adamın elinden ekmekleri ve sırtındaki ince paltosunu aldı. 

Cefakar kadın bir hışımla mutfağa gidip ekmeklerini bıraktı. Sofrayı kurup sabiyi uyandırdı. Yemekler öyle lezzetliydi ki adamcağız kadına varlığına şükür dercesine kadının yeşil gülen gözlerine bakıyordu. 

Adam çocuğu ile ilgilenmeye başladı. Çocuk terliyordu. Annesi meyve getirmişti. Sobanın üstünde ise kestaneler pişiyordu. Çay demini almıştı bile. Kadın yeşil mandalinayı soyup dilimleyip çocuğuna yediriyordu. Adam ise eşinin ve çocuğunun elleri yanmasın diye kestaneleri soyuyordu. 

Çocuk çoktan uyumuştu. Artık yeşil mandalinayı kadın ve adam yiyordu.


-Ali Koç




Solgun Yeşil



Binlerce kilometre yolun ardına saklanıp gelmiştim şehre. Yeşilin, mavinin binbir tonunu peşime takıp gelmiştim. Griyi boyamaya, siyahı aydınlatmaya, beyaza renk katmaya karar vermiştim. Soluk binaları ve yamalı asfaltları geçip ete kemiğe cümbüş olmayı dilemiştim.

Sonbaharın çaldığı kapıyı açıp kurumuş yaprakları yeşertecek, beyaz örtüyü kaldırıp baharı getirecektim. Çiçekler açacak, papatyalar sevgiliye talih olacaktı. Yeşil dallara bülbül konacak, kargalar viran olacaktı, olmadı. Beceremedik velhasıl. Umudun karnı ağrıyor, doktorumuz yok. Ağaçların karı erimiyor, güneşimiz yok. Yeşile hasretiz bu ara. Gözlerimiz fal taşı gibi ama beyazlık gözümüzü alıyor.

Biliyor musun Sabahat abla bütün bunlar olurken dünya dönüyor ama her gün daha büyük bir karanlığa. Gecemizi aydınlatacak güneşi arıyorum be abla. Ufuk çizgisini seçecek bir göz bakıyorum. Kör değilim elbet ama bundan sonra aydınlığı bulur muyum, hiç sanmıyorum.


-Kubilay Önlüel




26.08.2018

Hiçbir Yer


Görünüşe bakılırsa sevgili Dünya,
Ecnebi bir leylekmişim göğünde.
Tellere takılan bir uçurtmayla seviştim diye
Gagamı mühürlemiş Uranos.
Yurtsuz kanatlarıma
Bakir gülümsemeleri değmiş yağmurun.
Hiçbir yere aitim,
“Sevmeyin beni” dedim.
Hiçbir yer,
Ölümün taşeron şehri.
Baldırından ağlıyordu gök,
Sevgili dünya!
Dayanamadım.
Ben günahkarım,
Çok.
Ses tellerimin ucunda “sevmeyin beni” çanı...
Ne göçmen kuşlar gördüm,
‘Hiçbir yer’e göçememiş.
Aptallık değil de ne!
‘Hiçkimse’yi yurt edinmek böyle...



-Münevver Kübra Peker




25.08.2018

Miş'li Geçmiş Zaman



   

Damarlarımın mürekkepli kuytusuna oturmuş, sessizliği dinlemişsin.
Sessiz çığlıklarda dolaşmış, yorulmuşsun.
Yorulmakta dinlenmişsin.
Yağmur yağmış, sular taşmış, sen kurumuşsun. 
Bir ateş yakmış, alevler içinde üşümüşsün.
Üşümekte tutuşmuş, terlemişsin. Ayaklarına kara sular inmekle kalmamış, kara sularda boğulmuşsun. 
Boğulmakta hayat bulmuş, bulmakta kaybolmuşsun.
Yok olmamışsın da sen zaten yokmuşsun.


- Rabia




24.08.2018

2. Renk Senfonisi / Sokak Lambası Sarısı



Bir takım yayınsal mevzuların arasından sesleniyorum. Tam da Barış Manço servisi gibi.. Duyuşsal serzenişler arıyorum. Hülasa yok. Öyle değil "Yok yok." Var bile olamamış bir vakaanın muhteviyatına münzevi olarak vakıf olabilmek için kendimi adamıştım adeta. Fakat 'başarısız' oldum. 

Ne bir ne pes yukarıda bir tek sokak lambası. Aydınlatıyor sokağımı. İyiliğin rengi şehre uzaktan bakan miyop gözlerimin gördüğü yaygın gelişimsel bir sokak lambası sarısı. Seni çok bekledim sokaklarda. Bir umut öldürdü beni. Kim olduğumu unutmuş durumdayım. 

Sarı saçlarını gönlüme bağladın mı. Sıkı bağla n'olur. Gözlerinin akı ile siyahını da unutma. Şimdi senin gözlerinin rengi siyah değil biliyorum. Ama olmuyor ve de aklım almıyor. Anılar yüreğime mesken tuttu. Hasılı içimden sökülme durumun yok fakat acısı var. 

İçinden çıkılmaz durumların içine pek girmezdim. Galiba güven çözecek bu sorunu. Şehrin sarı ışıklarının altında... 

Mükemmel ötesi bir imge sende vücut bulmuş. Bu kısım imkansızı bana veren sensin. Fakat benim ruhum özgür değil. Ruhumu özgür bırakmaya ihtiyacım var. Aslında sana ihtiyacım var. Seni almaya geliyorum. 

-Ben sinirleniyorum. Sinirlenince fırlatıyorum. 
+Fırlat..
-Ama kırılır. 
+Kırılsın.. 
-Yenisini kim alacak sen alacaksın. 
+Ben mi alacağım? 
-Tabi sen alacaksın. Babam alsın istiyorsan. 
+Yok ben alırım da sadece bir şeyi duymak istedim. 
.
.
.


Ali Koç




14.08.2018

Eleştiri Meselesi


Toplumlar da doğar, yaşar, büyür ve ölür bana göre. Ruhları ise bir koca umman olan yeryüzünde oradan buraya koşturur durur ve iyi bir beden bulunca ona ruh verir. Devletler için kullanılan bu benzetmeyi toplumlara atfederek yazmamın nedeni ise halkların birdenbire sönmeyip devletlerin tek gecede yıkılışlarıyla oluşan yanlış kanaattir. Bu yıkılışlar ruhu öldürmüyor toplumun üzerinde devam ediyor. Toplumun ise ahlak anlayışı, etik kuralları, örfü, âdeti ve kanunları değişiyor. Değişmekte olan bu mefhumlar toplumun yavaş yavaş ölmesi demek oluyor.

Bizim toplumumuzun tetkik edilmesi gerekiyor. Yaşının ve karakterinin ortaya konması gerekiyor. Şayet bu inceleme yapılırsa konacak teşhis ise –yine bana göre- ergenliğinin ortasındaki isyankâr bir genç olacağıdır. Bu fikrimi desteklemek ise tereyağından kıl çeker gibi kolay olacaktır. Çünkü bu genç, makul konuşulduğu zaman çok sıkılacak ve heyecan arayan tabiatıyla aşırı fikirlere itibar edecektir. Bu genç, yavaş yavaş yürümek varken koşmayı tercih edecektir. Bu gence asla yapmamanız gereken en önemli şey ise eleştirmektir. Herhangi bir eleştiri yönelttiğiniz vakit asabileşecek ve agresif algıladığı bu fikri kesinlikle reddedecektir. Belki koşa koşa kendini izole etmeye çalışacaktır. Bu eleştiri kaldıramamak bizde bir ahlak halini almıştır ve derhal değiştirilmesi gerekir.

18. yüzyılın en önemli değişikliği elbette bize (yani dünyaya) yeni bir ufuk kazandırmasıdır. Bu yeni açılan gedikten ise 19. yüzyılda birçok aydın ve bilim adamı geçmiştir. Bu gediğin en büyüğünü değişmez denen ahlak anlayışını yıkmakla kalmayıp yeniden genel çerçevesini çizen büyük filozof Immanuel Kant açmıştır. Burada gelişen anlayış buralara kadar henüz gelmemiştir. Zira çizilen yeni çerçeve sadece belli bir olgunluğa erişmiş milletler için bir teneffüs zili vazifesi görmüştür. Bu teneffüs arasında gelişen geniş Alman felsefesi sonrasındaki bilim ve felsefenin öncülüğünü de yapmıştır. Ergen toplumlar ise babalarından kalma ahlak anlayışının değiştiğini ve tahrif edildiğini daha anlayamamış ve bu meseleye bir hayli uzakta duruyor. Bu felsefenin yerleşmesini ummak, felsefenin bile ne kadar zor yapılabileceğini görenler için mümkün gözükmemektedir.

Eleştiri, bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işidir. Yani kısaca tenkit. Eleştirinin sadece olumsuz olarak algılanması bile bu türün ne kadar geride kaldığını gözler önüne seriyor. Bu yanlış yaygın kanaatin yanı sıra eleştiri için halktan bir talep de yok gözüküyor, çünkü para temelli bir sistemin ortasındaki memleketimiz bu şekilde bir fırsatı eline geçirseydi, affetmezdi. Zaten eleştirmenlerimizin azlığı da bu savı desteklemektedir. Var olanların kalitesi tartışılıyorken, kalitelilerinin adedi ise tek elin parmaklarını geçmeyecek dereceye düşmüştür. Bunların ise sert tenkitler yerine daha naif bir üslup benimsemeleri de olgunluğun olmadığını tekrar suratımıza çarpıyor. Hâlbuki bundan çok seneler evvel en meşhur kritikçilerimizden olan Nurullah Ataç bile kitabının ismini Karalama Defteri koymaktan geri kalmamıştı.

Bu baskın kültür daha dünün meselesidir demek de yanlıştır. Burada yanlış anlaşılmak istemem. Nef’i idama mahkûm edilmişti. Üç şeyhülislamın idamına karar veren de aynı kültürdü. Daha nice fikir, din ve ilim adamının akıbeti aynı istikametteydi. Bu kültür sonrasında fasılasız olarak bugüne kadar geldi. Ne devrimlerden büyük bir zarar gördü, ne de darbelerden. Bu öylesine güçlüydü ki, sert tedbirler bile fayda vermedi. Üst kültür, halka inemedi. Alt kültür de çıkmayı aklına bile getirmedi. Bu konuşmadan anlaşan ikili yüz yüze gelince mecburen konuştu. Mecburiyetten ise alt kültürün hâkimiyeti (daha doğrusu tahakkümü) çıktı. Bunu ise eleştirmek, üst kültürü tenkit etmekten bin beterdir. Kutsalları o kadar çoktur ki, dokunduğunuz her meselede dilinize acı biber sürülür, ellediğiniz her nokta eliniz yakar, kavurur. Buna dokunmak ne vakit cazip olur, o vakit yanlışları söyleyenlerin sesi yükselir. Bu ses bir milletin kulağına o zaman girer ve çıkmamak üzere yer eder. Elbette bunlar da diğerlerinin gelişine hâkim olamayacaktır. Bu düzen böyle sürüp gidecektir.



Tamam kapanışı yapıyorum. Büyük eleştirmenler yetiştiren bu kültür, her şeye rağmen yetiştirmeye devam edecektir. Yeter ki, kulaklarımızı doğru kişilere açalım doğru kişileri dinleyelim. Burada doğru yerlere temas eden bir eleştirmen ve şairin bir şiirini önermek isterim. Bu şiir ‘Behri Tevil’dir ve Mirza Elekber Sabir tarafından yazılmıştır. Şiirin sonunda ise yine bir umutsuzluk dizelerine yansımıştır:

Budur aləmi-nisvan!
Budur hali-müsəlman!
Gərəkdir edə məhdud
Öz övladını insan!

Sən, əmma, hələ qanma!
İnanmırsan inanma!
Fərəhlən əməlindən!
Utanmırsan, utanma!



-Mukbil Terzi




13.08.2018

Karakalem #3




Yüksek baslı şarkılar gibiydim,
Sözlerim ‘hoh’lu çıkar
Ciğerimde zelzele olurdu sabahları.
Ayaklarıma karpuz çekirdekleri yapışan bir evde
Mutfak balkonundaki soğan kabuklarına şiirler yazdım.
Uçuşan,
Ve asla bir yere ait olamayan şiirler...
Diz yapmış pijamamla bakkala çıkıp
Reçelleri kapaksız kavanozlara terk edecek kadar
Umursuzdum yaşama.
Çoraplarımı ütülediğim günlerim de oldu elbet.
O zamanlar çoraplarım da mutluydu,
Annem de.
Ağladığımda yumurta maskesi yapardım yüzüme.
Tavuklar bilse bunu?
(Annem bilmesin.)

(Kumla dolmasın salyangoz evleri.)

Güldüğümde günebakanları öperdim,
Annem de
Sen de mutlu olurdun Allah'ım.
Gün battığında ayçiçeği oluverirdi hepsi.

Çocukken en çok kül kedisini sevdim.

(On iki yaşımda Dijan’dan ayrıldım,
Birbirimize Ay’ı emanet ettik.)
Gündüzler herkesindi,
Biz geceyi evlat edindik.

Güvercinler camı tıklatıyor Allah'ım,
Gitmem lazım.


-Münevver Kübra Peker



9.08.2018

Sağanak Acılar




   ♫

Yüzsüz bir korku benimki
Ne laftan ne kovulmaktan anlar 
Karanlık çöktüğü zaman 
Yüreğimin harabelerine davetsizce dalar
Gece yarıları bendeki beni kovalar
Bütün uzuvlarıma hapis
Göğüs kafesime gizlenmiş
Bir meczup dolaşır içimin derinliklerinde
Sağanak acılarda ıslanır sessiz serzenişinde
Ve yıkılır surlarım, kucak açarım her bir düşüşümde
Çünkü bu korku da benim
Ruhuma zincirlenmiş meczup düşlerim de.


-Rabia



8.08.2018

Karakalem #2




Bitkisel sevişmelerin ter izi
Bu his fukarası gülüşler,
Bu kronik aşk yetmezliği...
Gölgeleme!
Yan sanayi tutuşmuşluğunla
Şirk koşma sevdaya.
Büyük günah yalnızlığımız!
Vazgeç diyorsun,
Siroza çalan ağız kokunla.
Sinemaların son seanslarına
Patlamış mısırsız küfürler saçmaktır bu,
Bilmiyorsun.
İkinci tekille kavgamız ebedi.
Peki sen kaçıncı çoğulla sek içiliyorsun?
Uyuyalım mı,
Kırmızı ojelerimden öp beni.
Nasılsa değmez ruhuma
Alkolik hissizliğin.
Su geçirmez şefkatsizliğinle sarıl,
Kiri pası müstahaktır ruhuma,
Sarıl!
Şerit izleri silik yollarda
Solumdan bir melek çal.
Çok günahkarım,
Annem ağlamasın.
Gölgeleme!
Uyuyalım mı?
Sarıl.

   


-Münevver Kübra Peker



7.08.2018

Birleşikalıntılar 2


Groddeck, Freud’a yazdığı bir mektubunda “Size o kadar sıkı tutundum ki yere atılacak olsam bu, derimden bir parçaya mal olur.” der.

Deriye mal olmak..
Yere düşeceğinizi bile bile tutunmak..
Tutunduğunuz kişiyle ortak bir deri kullanıyormuş gibi sarılmak..
Sonrasında yere düşmek..
Derinizin yarısının onda kalıp,
size kalan diğer yarısına onun kokusunun sinmesi..

Koku..
Kokun ruha mal olur..
...

Vincent Van Gogh, kardeşine gönderdiği bir mektubunda “Tablolarım, söyledikleri şey olsunlar.” der.

Tablolarının her birine, dünya üzerindeki yedi bini aşkın dili öğretmek..
Kendini güçsüz hissedip, bu mektuptan bir gün sonra intihar edeceğini bile bile eserlerine son bir kez sarılmak..
Söyletmek..
Söylenilen her bir sözde yağlı boyaların tebessüm edip,
ilk günkü kokusuyla tuvaline sarılması..

İlk günkü koku..
Kokun, söylediği şey olsun..
...

“Zayıflık muhteşem, güç önemsizdir. İnsan doğduğunda zayıf ve işlenmeye müsait olur. Öldüğündeyse güçlü ve nasırlaşmış, taşlaşmıştır.
Sertleşmişlik ve güçlülük ölümün eşleridir. Eğilip bükülebilirlik ve zayıflık, tazeliğin ve gençliğin işaretleridir. Büyümüş, katılaşmış hiçbir şey bu yüzden zafere ulaşamayacaktır.” der Lao-Çe.

İlk ve son günkü koku..
Bu yüzden,
zafere ulaşamayacağım..

Neşeyle,





-Ahmet Delice



6.08.2018

Karakalem #1




Kuzey cephe pencereli yirmi sekiz yıllık baba evimden ilk kez uzaklaşıp bozkır bir kentin kirli çarşaflı yatakları olan ‘aileye mahsus ‘ ucuz otelinde açtım gözlerimi sabaha. En enfes yanı güneş alan odam, en beteri çarşafların kirini uyandığımda fark etmiş olmamdı. Enleri yaşamaya meyilli yanım için bi’ normallik yoktu etrafta. Koşup muhteşem güneşe hazırladım kendimi, ağustos sabahı buz kesen bir suyla duşta. Üçgen balkonda iki plastik sandalye, kollukları güneşten sararmış... Ne bekliyordum, salıncaklı teras mı! Güneşi arkama verip elektriklenmiş saçlarımın gölgesini izledim balkon kapısında. Saçlarımın özgürlüğünü izledim, özgürlüğünü... Özgürlüğünü!Nazım’ın dilinden düşürmediği o hürriyet meselesi... Bırak şimdi, tabi ki küçük şeylerle mutlu olma martavalı okumam. Bu, büyük şey bende.
‘Şey’?
Otelin yanındaki tarlada bir köpek salınıyordu, çoban köpeği. Ortalama on insan adımı mesafe yürüyüp geriye baktı, birbirini yere yatırmaya çalışan yavrularına. Sonra devam etti. Yavrular da peşinden... Sonra iç sesimin bilinçaltı okumalarından bir cümle tekrarlandı üç buçuk kez kafamın içinde. “Biz senin falsolu kullarınız n'olur bizden razı ol” diyordu. Telefon çaldı. “Ölmüş” dedi ses. Kimse kim! Ölmüş yani. Biri bu sabah bu gün doğumunu görememiş. Kirazın Tadı filmindeki efsane sahneler film şeridi oldu az önce bilinçaltı okumaları yapan zihnimde. Tanısam kendini asanı, belki anılarımızın yönetmenliğini yapardım ama senaryo tanıdık, ne fark eder! Açtım bir şiir okudum ölenin ardından. Üç buçuğu dörde tamamlayan şiiri... Bu da elbet plasebo etkisi.
“Biz senin falsolu kullarınız,
N’olur bizden razı ol.”
Odaya girdim, saçlarımı toplayıp topuz tokasının içine tıkıştırdım. Güneş perdesini kapadım. Uyudum.
...
Hürriyet dedikleri, bir buçuk dünya saati.

 



-Münevver Kübra Peker



3.08.2018

Hoşça Kal Kaptan


   ♫♪

Bir hikaye okudum bugün. Hikayeleri sevdiğimi söylemiş miydim emin değilim. Ama kitapları bitiremediğimi biliyorsun. Neyse işte. Bir uzun yol kaptanının kısa hikayesi. Bir bileklik, iki magnet var hikayeden aklımda kalan. Ha bir de kahve falı. Kahvenin yanında vermişler, şu ufak kağıtlara yazılı olanlardan.
"O gün iyi ki tutmadın elimi." Bu cümleyi hiç sevmedim. Ama içimden söylemeye başladım bile. En çok da bu koyuyor. Mutlu sonu yok bu hikayenin. Zaten kahramanın uzun yol kaptanı olduğu bir hikaye nasıl mutlu sonla bitebilirdi ki? Beklediğim bir sonmuş aslında şimdi daha iyi anlıyorum. Zaten mutlu mutsuz fark etmez ben sonları sevmiyorum. İsmi bile yok bu hikayenin. İsimsiz kalsın boş ver.
Ben iyiyim belki merak ediyorsundur. Ya da etmiyorsundur bilmiyorum. Ama iyiyim. Yürümeyi bırakmadım.Gökyüzüne bakıyorum yürürken. Ama boş duvarlara bakmıyorum artık onu bıraktım. Bende durumlar böyle. Zaman geçiyor bir şekilde anlayacağın. Sen neler yapıyorsun? Alıştın mı yeni hayatına? Arada denizle konuşmaya git olur mu benim de selamımı söyle. Bir de o kadar çok sigara içme. Hastalanma sakın. Hâlâ dip'te misin? Biraz daha kal çok istiyorsan ama sonra çık oradan tamam mı? Omuzlarına ağır gelmeyecek bir sevgi bul kendine. Sakın karanlıkta kalma, aklım sende kalmasın. Ellerimi her açtığımda adını fısıldadığımı unutma. En sevdiğin şarkıyı söyleseydin iyiydi ama canın sağ olsun. Gökyüzüne bakmayı da ihmal etme. Sana yıldızlarla selam yollarım belki.  Plakta çalan Müzeyyen Senar misali özleniyor ama haklıydın geçiyor zamanla. Bu sana yazdığım ilk ve son yazı'm. Benden bu kadar. Hoşça kal kaptan.


-İyi ki



1.08.2018

ŞAHISLAR 2


   ♫♪

Kitap çalmadım ben kütüphaneden.
Hangi zamanlar dersen sevgili yalnız
Paranın bizim cebimizi görmediği günlerden.
Her şey durdu gibi hissediyorum.
Aklımdan bir sürü sahne geçti
Fakat kolumdan düşen saati seninle aradım.
Yaaa işteeee böyleeeee...
Duvarındaki posterlerden birine dokunmak.
Merhamet yok artık
Göz karardı mezar taşına bakarken
Ölmeyecek bütün bunlar biliyorum.
Mor ve ötesi yaşasın.
Akli dengemi kaybettim
Çünkü tüm yazıları okudum.
Kitap çalmadık ama cimri değildik hayallerimizde.
Yıllar sonrası Elaluiz.
Hangi zamanlar biliyor musun?
Kapıların pencerelere karıştığı zamanlardan.
Tabuttaki son çizgilere dokunsun
Hayat avucundan akar gider.
Allah senin yokluğunu göstermesin.


-Hayali Tehlike



Kayboluş Hikayesi.



   ♫♪

Bu sabah, yine göremedim kendimi aynada.

Sahi kendinizden bile kaybolduğunuz sabahlara siz de uyanıyorsunuz değil mi?

Genelde buz kesmiş hissederim parmaklarımı öyle sabahlarda, sizin elleriniz de üşür mü?
Yağmur yağmışsa suyu hissedemem, güneş parlaksa sıcağı hissedemem.
Yaz akşamlarının esintisini hissedemem eğer kaybolup gitmişsem.
Aynaya baktığımda görememişsem kendimi 2 dilim peynir koyarım kahvaltıya başka da bir şey yemem. Susuzluktan kurumuş olur dudaklarım da suyu bir türlü ağzıma değdiremem.

Kahvaltım bitene kadar pek düşünmem de sonrasında eksik hissetmeye başlarım. Gelse de konuşsak derim, bazen kendimi aramaya çıkarım.

Kalbiniz kırıldığında çok uzaklara koşmuyor musunuz yoksa siz, kaçmıyor musunuz kendinizden? Ve bir de yere düşen her parçanızın sesini duymaya nasıl tahammül ediyorsunuz?

Ben rüzgârı dinliyorum, hissedemiyorum ama dinliyorum.
Bazen masallarla bazen ninnilerle avutuyor rüzgâr beni.

Akşam, yok yok akşam değil gece hatta gece yarısı, bahçedeki küçük tabureye oturmuş olarak buluyorum kendimi; omuzları düşük, kaçmaktan yorulmuş, kırgın, solgun ama vazgeçmemiş… Sabah erkenden tekrar kaçacak olduğunda bile geceleri hep orada oluyor, malum sohbeti bekliyor. Öyle bir sohbet ki o göz göze gelmeden yüz yüze geliyoruz. Bazen tüm öfkeme katlanmak zorunda kalıyor bazense tüm hıçkırıklarımı bağrına basıyor, eskiden çok tartışırdık ama yıllardır tek kelime dahi etmiyor.

Siz de böyle sabahlara uyanıyorum demiştiniz değil mi? Şayet yaşamadıysanız bunun tarifi mümkün değil, ne yaparım bilemiyorum. Kendinden kaçmayı nasıl tasvir edebilirim ki hiç kendinden kaçmamış birine, aynada olmadığım anı, kendimden uzakta olmama rağmen attığım her çığlığı hissettiğimi nasıl tarif ederim? Ve en tehlikelisi gece yarısı kendimle karşılaştığımda asla göz göze gelemediğimi, o an sadece üzerimden dökülen alevleri görebildiğimi hangi kelimelerin koluna takıp da gönderebilirim bir başkasına.

Ah anlatamayacaklarım hakkında ne çok söz söyledim değil mi, en iyisi kalkıp güzel bir çay demleyeyim size. Sizi sessizliğe emanet ederim dinlenirken içersiniz, bahçedeki küçük tabure bütün gün boş nasıl olsa.



-gamzeyimkiben



1. Renk Senfonisi / Siyaha Çalan Mavi



×1.Kişi (Dağ / Yıldız)
Göğe hasret bu adam dağlara aşıktır. özü dağdan gelir çünkü. Ağustos sıcağında nasıl donarcasına üşüdüğünü o ve dağda yaşayanlar bilir. Gündüz bu kimseyi üzmez. Gece fena olur ama dememi bekliyorsun değil mi. Ama yanıldın dostum. Gece o ayazı çekilir yapan birbirine sarılarak uyuyan ve gecenin siyaha çalan mavisini ve yıldızları izleyen iki insanın mutluluğunu siz bilemezsiniz.

-Sırtımı da guytu bi yere verdim. Datlı bi uyku çekesim var ya.. Gidecez heralda.

-Ciğerime işleyen ayazdan daha çok sevdiğim bir şey varsa o da senin yüreğin.

×2. Kişi (Deniz / Ay)
Denizi bilmeyen tanımayan bu kardeşimiz sahil yolunda arabayı öyle yavaş sürer ki denizin çocukları bu duruma kızar. Şimdi bu olayın kahramanları ilk defa ateş başındalar. Malum insanın olduğu yerde kemerler bir delik daha sıkılır. Neticede bizi Güvende yetiştirenler Aziziyeli. Bu durum bize tetikte olmayı öğretti. Hülasa diken üstünde de olsa kurulan hayaller siyaha çalan mavinin huzurunda gerçekleşti. Denize vuran ayın verdiği romantizm beni sana aşık etti o gece. Korkarım ama ben hala.

-...Tıkır tıkır...

+Birisi mi var arkamızda?
-Sen dur ben bakarım.
+Hayır taşlar yere düşüyor.
-Korkma Ben Varım...

-Başardık.


-Ali Koç



30.07.2018

O Gün Anladım.




 
 Herkes unutmak istiyor. Belki unutamadıklarından belki de unutmak nedir bilmediklerinden. Unutmak ne ki gerçekten? Bilmeseniz, anlamasanız daha iyi değil mi sahiden? Ben anlayalı çok oldu da pek tavsiye etmem.
..
Bütün damarlarınızı saran bir kanser hücresi gibiymiş unutmak. Söküp atmak için 'çok geç'miş. Ölmekmiş meğer unutmak. Hatıralar parça parça olurmuş da kalbine batarmış insanın. Kanatırmış kalbini hiç acımadan. Kanların arasında bir parça bulsa yetecek gibiymiş de bulamazmış çabalayan. Yüreğinin her köşesini talan edermiş, mahalle mahalle akıl kırıntısı arayan bir deli gibi. Elleri boş çıktığı her mahalle, bir yara bırakırmış ruhunun en derinde. Bulamadığı parçalar 'son' denen yapbozu tamamlamaktaymışlar. Bilmezmiş, bilemezmiş.
..
Unutmak ölmekmiş meğer, o gün anladım. Hatırlayamadığın her gün kan kaybedip hatırlamaya çalışmayı bıraktığın gün ölmekmiş. Yitirmeden anlamazmış insan, o gün anladım.


-Rabia



21.07.2018

Kim Ulan Bu Başkaları?


“Dağıttığın şeyleri toplamak için artık çok geç.”

Zehir gibi yakıcı, bıçak gibi keskin, kurşun gibi ağır bir cümle. Neyi dağıttığının da pek bir önemi yok aslında. Bu cümleyi kuran için artık çok geç nasıl olsa. Bitişi mi anlatıyor bu cümle? Pes etmeyi mi? Gözyaşını mı anlatıyor? Yoksa kanayan bir yarayı mı?

Derin bir yara. Ne kötü. Uyutmuyor. İçimde hiç kapanmayacak gibi duran bir boşluk. Basit bir cümle, bambaşka bir hayata sahip olma isteğiyle son bulan düşünceler silsilesi. Siz buna ne derseniz deyin: kabuğundan çıkamamak, yaşamı sorgulamak ya da varoluşsal sancılar… O boşluk en çok da geceleri, en çok da kötü geçen bir günün sonunda, elleri varmış gibi boğazımı sıkıyor. Karanlıkta baktığım yerde onun gözleri. Hiçbir ses yok sadece onun sesi: “Hayatın şimdikinden farklı olabilirdi. Korkmasaydın yaşamaktan. Var olmaktan.”

O ses benim düşmanım. Ama dost gibi davranıyor. Bana öğüt veriyormuş gibi oysa tek yaptığı acımasızca eleştirmek. Üstelik tarafsız da değil. Ben hangi taraftaysam o karşımda. Vicdan sağduyu gibi bir şey değil bu. Vicdan olsaydı hep doğruyu öğütlerdi. Başkalarının doğru olduğuna karar verdiği şeyleri. (Başkaları sanki düzenli aralıklarla komisyon oluşturup toplantı yapmışlar da karar vermişler… Şu doğru şu yanlış… Ne zaman onlara yaranmaya çalışsak bir şeyi beğendiremeyiz. Kötü bir patron gibi yeni işler çıkartırlar başımıza. Kim ulan bu başkaları? Kim verdi onlara bu yetkiyi?)

Başkaları komisyonunun kararlarına uymazsak ne oluyor? İçindeki sese geceye filan gerek kalmaz zaten dışarıda sesler susmaz. Her neyse. Başkalarını olabildiğince az duymak lazım da ben beni uyutmayan şeyi arıyorum bu gece. “Başkası” diyemeyeceğim biri bu kez kalbimi kıran.

“Dağıttığın şeyleri toplamak için artık çok geç” Her gün yatağını toplamaktan usanmayan bir anne söylüyor bu cümleyi. Ben vazgeçmişim, dışlamışım onu, öyle diyor. Hayır anne! Önce sen vazgeçtin. Ben kendi doğrularımla devam ettikçe sen beni dışladın. “Mutlu ol” diyen cümlenin alt yazısında “Benim gibi düşünmüyorsun, inşallah mutsuz olursun” geçiyor.

 Usanmış demek ki toplamaktan. Hayat bu, ne denir ki. O büyük, benden çok bilir.

Arkamda desteğim yok, yalnızım. Ama ben biliyordum ki. Hiç istemediği bir şeye gönülsüz verdiği destekten ne olur ki? Varsın destek vermesin, ne fark eder? Neyse. Beni sevdiğini biliyorum anne. Sen başkaları değilsin. Aklımı bulandırdın yine… Gece uyutmuyor söylediklerin anne. Kendi hayatımı yaşadığım için ne zaman mutlu olacaksın? Ne olur mutlu ol be anne…


-Yorum Kale



18.07.2018

Muamma


Çok kafam basmıyor bu sevda işine
Bir yerlerde yanlış yapıyor gibiyim
Kıvamını tutturamadım bir türlü
Ben bu işten cayacak gibiyim
Aslında küçükten böyleyim
Mızmızın önde gideniyim
Oyunları kurallarına göre oynamam
Dedim ya güzelim
Ben ezelden acemiyim!
Uslanmaz acemilik benimkisi
Zevkine yapıyorum sanki
Başlarken pek bir hevesli
Bitirirken tipi boran misali
Kavuşmanın cazibesine ayrı
Ayrılmanın cazibesine ayrı hastayım
Kısacası sonun başlangıcına müptelayım
Anlayacağın ben klişe sevdaların karşıtıyım!!!


-Fatih Mehmet Şahin



16.07.2018

Varmışım.




Peki, şimdi neyin zamanı? Hangi duygu üzerime dökülecek? Ben etrafımdaki ağaçlara dokunamadan, gelenleri göremeden, fısıltıları duyamadan hangi duygu beni sırılsıklam edecek?

Yoksa hissetmek değil de düşünmek zamanı mı şimdi? En tatlı anlarımı ve en derin acılarımı tekrar tekrar yaşamak zamanı mı? Yoksa hiç yaşamadıklarımdan mı?

 Belki de…

 İstiyorum ki midemde değil beynimin içinde kelebekler uçsun bu kez, arılar çiçek çiçek dolaşsın. Benim dünyam bir yudum toprak kokuyor, uçurumlarım ormanlar kadar yeşil. Gönlüm rengârenk bir kelebekse aklım da gökkuşağı benim, yok sayılmasın.

 Ben aslında varım!

 Güneşin çok da parlak doğmadığı bir sabah fark ettim bunu. Saçlarımı lüle lüle yapmak isteyince fark ettim. Sanıyordum ki ben sonu olmayan bir masalım; sanıyordum ki saat on iki olur ben yok olurum, sanıyordum ki kırmızı elmayı ısırır bayılırım, kayıplara karışır ruhum. Gözler bana bakıp gülümser, ben rüzgârdan derdim. Eller elimi sıkıp minnet eder, ben sevinçlerinden derdim. Çünkü göremezdi ki kimse beni, göremezdi ki kimse sonu olmayan bir masalı…

 Ama öyle değilmiş, başım da varmış benim sonum da. Kalbimde varmış aklım da. Ben güneşe bakmışım dünyaya gelir gelmez. Güneş gülümsemiş, hem ısınmış hem ısıtmış. Sonra denize bırakmış beni, deniz sarılmış sarmalamış. Güneşin çok parlak olduğu bir sabah martılar gelmiş, benim içimden bir parça almış doğduğunda bulutları gülümseten birinin kalbine bırakmış. Benim de sonum kayıp parçama ulaşmakmış.

 Bu sabah bulutları gülümseten adam işte sonun geldi, dedi bana. Öyle güçlüydü ki içimdeki renkler daha da parladı, öyle nahifti ki kokuma çiçekler de karıştı. Meğer masal olan ben değilmişim, benim sonummuş. Masallar güzel biter diye fısıldamıştı deniz, ben uyurken. Bu sabah hatırlayınca sonum güzel olsun istedim. Kayıp parçama doğru gitmeden önce saçlarımı lüle lüle yapmak istedim.

   ♫♪

-gamzeyimkiben



12.07.2018

At Yarışı


Atlar birbirine takılmasa ben kazanamazdım.

Kırılan hayaller olmasa başka hayaller gerçek olmayacaktı. Hayal dediğin özgürlüğe benzedi böyle. Senin egonu sikeyim.
Şanslısın. Çünkü diğeri şanssız. Böyle kazandın. Ama dikkat et hergelenin bahçesine topun kaçtı. Nefes alıp vermen sıklaştı. Nefesini kesmediğime dua et.
Sen ego doluysan ben egonun Allahıyım. Tanrı olsan eğilmem karşında.
Boş ver şimdi ukalayım senin gibi.
Biz burada çiçekleri sulamayız dibine işeriz. Amonyak yakmasın seni.
Bunlar eski bir numara. Sert oldu biraz ama acıyı hissetmen lazımdı bacak aranda.
Diline adımı pelesenk ederim. Korkma hadi yaklaş.
Çiçekleri rengine göre ayırmam ben. Koklar geçerim sadece. Bu durum seni üzdü mü?
Bunların hepsi karşılıklı. Sen de üzdüklerine say.

Hadi çok yoruldun in arabadan. Daha bitmedi ama. Benden birini üzersen böyle kurtulamazsın.
Libidoyu yükseltirim seni tenhada kıstırırım. Beni görünce başını eğersin.
Yirmi dördüncü ilmiği attım bugün. Tekrar deneme beni.
Seni Kızılay'dan Batıkent'e kadar duman altında inletirim.
Diyeceksin ki ağzı bozuk hergele . Kapıları zorlama kaçamazsın buradan. Ben sana içeri gir demedim. Pusulayı bulursan çıkarsın.
Şimdi bütün bu saygısızlıkların için özre gerek yok. Adın kara listede.
Bundan sonra her yolun sonunda ben varım.
Her doğru yol pusu dolu..
Her gece zımbalamak için..

Beni susturamazsın. Alt komşu susturamadı. Yolda karşıma çıkma. Derin yolda hiç çıkma. Hadi diyelim kelimelerimi durdurdun. O zaman tek bir ses vardır son desibelde.. Hea! Adres belli. Burası benim.

Atlar birbirine takılmasa da kazanan benim. Bana deplasman yok.

Dipçe 1:Kral Benim!

♫♪♫






















-Hayali Tehlike



Sis




İfadesiz insanlar var etrafımda, sisli suratlar. Kimisi yalnızlık denizinde boğulmuş, kimi yüreğinden uzun namlulu tabancayla vurulmuş. Hepsi bir şekilde ölmüş ya da öldürülmüş. İfadesiz insanlar var etrafımda, siyah beyaz ruhlar.. gitmek istiyorum..

fon ♪


-Rabia



1.07.2018

Ray


Yürüdüm, biraz daha biraz daha yürüdüm. Yürümek hiç bu kadar zor olmamıştı ama yine de yürüdüm. Yürüdükçe bacaklarım güçlenecek, eve güçlü dönecektim. Sadece yürüdüm, bilmediğim sokaklarda. Sanki herkes görünmez olmuştu, yalnızca önümü gördüm. Güneş tepemdeydi ama sıcaklığını bile hissetmedim. Yürüdüm,  birkaç damla ter düştü alnımdan. Vücudum alevler içinde yanarken ruhum ona inat buz tutmuştu sanki. Yürüdüm, tren raylarına çıkardı beni bilmediğim yollar. Bir süre baktım raylara, öylece baktım. Daha önce hiç rayları izlememiştim, onlara haksızlık ettiğimi fark ettim. Üç tane yük treni geçti rayların üzerinden ama sapasağlamlardı hâlâ. Hayran oldum onlara. O an, keşke bir tren rayı olsaydım diye düşündüm. Üzerimden geçen her şeye rağmen sapasağlam kalabilirdim o zaman. Üçüncü yük treni de geçtikten sonra tekrar yürümeye başladım rayların kenarından. Yürüdüm, onlarla birlikte ben de gitmek istedim bu şehirden. Sadece gitmek istedim. Gidemedim, sorumluluklarım evde beni bekliyordu. Gidemezdim. Geri döndüm geldiğim yoldan. Sorumluluklarıma giden otobüse bindim. Kapının önüne geldiğimde kendimle konuştum biraz.

 “Sorun yok, iyisin. Ondan önce hayatın nasılsa şimdi de öyle olacak, daha önce taktığın maskeyi biraz çıkardın sadece. Şimdi bir süre kenara koyduğun o maskeyi tekrar takacaksın ve her şey yolundaymış gibi hayatına devam edeceksin. Sorun yok, iyisin. O maskeyi taşıyabilecek kadar güçlüsün. Sadece mutluymuş gibi yapacaksın yine. Yıllarca oynadığın rolü bu kadar kısa zamanda unutmuş olamazsın. Hatta bir tren rayı ol artık, rolünü daha sağlam oyna. Kimse anlamasın gizle yine acını. Şimdi gülümseyerek gir o kapıdan ve her şeyin yolunda olduğuna inandır kendini. Önce kendini inandırmalısın ki başkalarını da inandırabilesin. Biliyorum bu sefer güçsüz olmak istedin ama buna hakkın yok senin. Güçsüz olmayı da denedin olmadı, gör artık kaldıracak kimse yok seni düştüğün yerden. Aptal değilsin sen anla bunu. Güçlü olmak zorundasın, olamıyorsan da öyleymiş gibi yapacaksın. Sığınacağın kimsen yok senin Yaradan'dan başka. Başka kimseye ihtiyacın da yok zaten. Tek başına da dayanabilirsin bütün acılara, sen bir tren rayısın bundan sonra. Her şeye rağmen sapasağlam kalacaksın bu hayatta.”
Kendime verdiğim öğütler işe yaradı. Kısa bir süre ayrı düştüğüm maskemle,  “-miş gibi” yaşadığım hayatıma geri döndüm. Sorun yok, iyiyim. Bir tren rayıyım artık. Belki şimdi inanmadınız ama birkaç güne üzerimden geçmeye başlarsınız.


   

-Oyuncu



Terminal.


Çamurdan elim yüzüm görünmez olmuş
veya
burnuma kadar boka batmışım.
Bir şeyler yapmak için zorlamış,
elimden hiçbir şey gelmemiş,
yorulmuşum.
Tüm bu yüklerin alnımdan ter olarak akmasını beklerken üç katlı bir binanın gölgesine sığınmışım. En azından sıcak derdinden kurtuldum diye düşünüp, derin bir nefes alacakken binanın gölgesinden silüetini çıkarmışım.
İçime çektiğim ne kadar nefes varsa, veremeden boğazıma düğümlenmiş.
Nefessiz kalan vücudun verdiği tepkiyle gözlerim dolmuş, başımı kaldırıp gökyüzüne bakmışım.
..
Aradan on bir saat geçmiş. 
Hava kararmış, gece olmuş..
‘Günaydın yalnızlığım, uyanabilirsin.’

Bir gölge uğruna boynum öyle güzel tutulmuş ki, gökyüzünden zar zor indirmişim.
Ani bir karar verip, şehirler arası otobüs terminaline gitmişim. Belki o silüetin sahibi iner diye peronlara park eden ne kadar otobüs varsa hepsinin bagaj alma bölümüne koşturup durmuşum.

Üç koreli,
bir fin,
iki çift almanla karşılaşmışım ama
o silüetin sahibini bir türlü görememişim.
Böyle olmaz..

Yanlış anlama n’olursun..
Tutulan boynum feda olsun, koşturup duran bacaklarım da..
Aşk lafını pek kullanan insanlar değiliz biliyorum ama onca koşturmacanın içinde aşk karnına etrafımda yiyebileceğim tek şey simit bu kaybedenler terminalinde. Verdiği enerji ne yorgunluğa yetiyor ne de özleme.

Telaşımı hoş gör,
hepsi sadece bunun için..



buyrun..   




- Ahmet Delice



15.06.2018

Birleşikalıntılar.


“Duygusal muhtaçlık, tüm insani kötülüğün ve acının kaynağındadır. Kendimiz gibi olmanın karşımızdaki kişiyi memnun etmediğini ya da istediğimiz sevgiyi sağlamadığını fark ettiğimizde, kendimizi başka bir şey olmaya zorlarız. Maskeler kullanıp, olmadığımız biriymiş gibi davranırız. Bu durum, öfke ve bu öfke de suçluluk yaratır. Karşımızdakini sevmemiz gerekirken kendimizi suçlarız ve bu öz-nefreti doğurur.” der Sri Prem Baba.

Burada bahsedilen öz-nefretten doğan içe dönüş, aslında ne bir içe dönüş ne de bir içe gidiştir. İçe dönüş; gönül uğruna kendimizi heba ederken, ısrarla hayal kırıklıklarıyla karşılaşmamızdan meydana gelir. Asla herhangi bir yere ulaşamadığımız, özellikle bir şeyleri yoluna koymanın imkansız olduğu anlamına gelir. İçe gitmek için çaba gösterirken, hala dışa gidiyoruz anlayacağınız. Kendimizi bulmaya çalışırken daha çok uzaklaşıyoruz.

Aklımızı kaçırırken yaşadığımız tüm bu içe dönüş ve düşüşler, etrafımızda tutunacak bir tırabzan aramamıza neden oluyor haliyle.
Platon tırabzan olarak mektup yazmayı seçmiş mesela. Duygusal muhtaçlıktan doğan öyle bir giriş yapmış ki mektuba, ilk okuduğunda Dionysios’un yüzündeki gülümsemenin şiddetini ölçecek sismografın icat edilmemiş olması büyük bahtsızlık. Eğer siz okumuş olsaydınız, yüzünüzdeki kıvrımların oluşturduğu geometrik şekil eminim ki dünyanın sekizinci harikası olarak kayıtlara geçerdi.

Her neyse..

3. mektubunda gelmiş geçmiş en iyi ikinci selam biçimini yazdıktan sonra Platon kendi benliğini öyle bir ateşe vermiş ki, Dionysios’un kağıdı tutarken eli yandı mı merak etmemek elde değil. Bahadır Cüneyt’in posta kutusuna “Çok aşk mektubu gördüm, hiçbiri bana değildi.” dedirten hüzün ve çaresizliğiyle sitem etmiş mektubunda. Tek kelimenin bile yükseltebildiği duygularımızın yerle bir olması ise gelmiş geçmiş en kötü ikinci duygu değil midir zaten?

Ben de bu yazıya o selam biçimiyle giriş yapıp, yüzünüze hafif bir tebessüm ekledikten sonra her şeyin tekrar mahvolacağını anlatıp anlatmamak arasında kaldım. Sonrasında sekizinci harikaya bu haksızlığı yapmanın doğru olmadığını düşünüp, içe dönerken yine yanlışlıkla benliğimden uzaklaştım. Bu yüzden bir terslik yapıp, o girişi yazımın sonunda kullanacağım izninizle.
..
Bu aralar biraz tuhafım çünkü, benim kadar tuhafsınız.

Neşeyle,




-Ahmet Delice




13.06.2018

Bakkal Remzi


Gamsız hayat

Oh ne rahat!

Köşede taburem

Ve masada

Yarım kalmış şişem

Şimdi bir de

Ekmekle zeytinim oldu mu

Benden rahatı yok

Uzatırım ayaklarımı

Keyfime bakarım

Bir günde tam on sekiz saat yatarım

Dedim ya gamsızım

Bundan sonra ne seni ne de sensizliği takarım

Ha bir de bakkal remzi veresiyeyi kesmezse

Şart olsun

Sabah akşam yatarım!



-Fatih Mehmet Şahin




Gül


Geçmişimde rol oynayan biri şu cümleyi kurmuştu bana: "Bir şeyi çok kez uyarırsan etkisini kaybeder, az sayıda ve etkili olmalı." Onun kullandığı yer ve anlam bambaşkaydı, ama sonradan idrak ettim ki bu yaşamın tamamında böyleydi. Gel birlikte düşünelim.

Sevgi:
Sevdiğin çok mu insan var? Ya da az mı? Çok mu sevenin var, az mı? Hiç fark etmez. Ayrıca bu senin kimliğini de belirlemez. Sen sensin, sev ya da sevme, sevil ya da sevilme. Kendini seversen devamı gelir, sevgi yeni sevgilere gebedir. Sevginin azlığını çokluğunu bir kenara koyalım şimdi. Son bir haftada kaç kere "Seni seviyorum." dedin sevdiğin herhangi bir insana? Düşün. Peki bunu derken ne kadar hissettin, hissettirdin? Az kullanıyorsan bu cümleyi yeterli mi bu miktar? Çok kullanıyorsan gerçekten hissederek söylüyor musun her seferinde? Peki ya hiç kullanmıyorsan? Kullan, duymak ister insan sevildiğini. Olayın kritiği şurada: Az ama etkili kullanmak, uyarmak. Anlıyorsun değil mi?
 
Kin:
Hayatından biri geldi geçti, kin mi dolusun ona? Şunu bil, kin nefreti doğurur, nefretse sevginin evrim halidir. Nefret ediyorsan birinden içindeki sevgi kırıntılarını yokla. Bilirsin kırıntıların üstüne basmak günahtır. Temizlemediğin sürece içindeki kırıntıları, yaşam yolun sürdükçe basacaksın onların üstüne. Girmek ister misin günaha? Süpür onları tek seferde. Süpürgeni az uyar, çok uyarırsan(çok aç-kapa yaparsan) etrafa savrulabilir kırıntılar. Az ve etkili uyarmak, unutma, tek seferde. Kapatma düğmesine bastığında nasıl da göreceksin bak sevgi&nefret uyumunu, kininin de yok olduğunu. Ha bir de şu var: Hâlâ sevebileceğini düşünüyorsan şuan kin duyduğun kişiyi, süpürmek zorunda değilsin sevgi kırıntılarını. Kırıntıların yol gösterici olduğu bir masal vardır bilirsin, en sevdiğimdir benim. Hatta hayallerimden bir tanesi ileride küçük kızıma bu masalı okumak, onu uyutmak, göz kapaklarından öpüp onu koklayarak birlikte uyumak. Peki senin hayallerin? Hayallerinin herhangi birinde o kin duyduğun kişi var mı bir düşün. Varsa; kendini kandırma, hâlâ seviyorsun. Varsa; kırıntıları süpürme, yalnızca takip et onları. Hansel veya Gretel ol fark etmez ama git peşinden. Çünkü bu hayatta en önemli şey sevgidir aslen.

Yalan:
Çok yalan söyleme, patlak verirsin. Az uyar insan beyinlerini. Ancak o zaman etkili olur yalanın. Kendini herkese inandırmak zorunda mısın? Anlaması gerekenler anlasa yetmez mi? Bırak inanmasınlar. Ha bir de rengi olmaz yalanın, hepsi karadır unutma. Kararmayı göze alıyorsan ne âlâ!

Uyku:
Uyudun uyandın. Gözlerinin şimşiş. Boynun tutulmuş, oynatamıyorsun. Bedenin uyuşuk, hiçbir şey yapmak gelmiyor içinden. Üstelik hiç uykunu almış gibi de değilsin, sanki hiç uyumamışsın. Peki sence az ve etkili mi uyarmışsın uykunu yoksa çok ve etkisiz mi? Cevabı belli değil mi?

Temas:
Sevdiğin adamı sadece iyi geceler öpücüğü verirken öp, değmesin dudakların ona başka an. Ki gün boyu sıcak dudaklarının ona temasını düşleyerek geçsin tüm zaman'ı, çeksin iple her gece o an'ı. Sen onu sürekli uyarırsan yani günün her saati öpersen ne anlamı kalır ki dudaklarının? Kutsallığını ne kadar sürdürür ki dilin, damağın?

Gizem:
Puzzle gibi ol. Her bir parçanı farklı yerlere gizle. Kolay olmasın bulunması, emek istesin. Sen söyleme yerlerini o parçaların, kendileri bulsun. Bulmayanın da keyfi bilir. Senin canın sağ olsun. Parçalarını nerelere gizleyebileceğin hakkında sana birkaç ipucu verebilirim. Eğer ki ben bulurum diyorsan bu paragrafı okuma, hemen şimdi atla. Böyle benim gözümde daha gizemli olursun sonuçta.

(Bulamaz mısın? Okumaya devam et.)

Parçalardan bir tanesi kalbinin içinde olmalı. Ancak kalbine giren biri bulabilmeli onu. Peki ya o parça son parça mı? Hayır. O kişi çözebilmeli mi seni tamamen? Hayır. Seni tamamen çözmek mümkün olmamalı, hep bir gizli yanın olmalı. Bu yüzden son bir parçanı ruhunda saklı tut. Ancak ruhun bedeninden çıktığı vakit tamamen çözülebil. Çünkü insanlar tenine sarılmak yerine mezar taşına sarıldığında zaten yeniden gizemli olacaksın. Nefesinin gizemi yerini toprağına bıraktı. Bak gördün mü? Gizemin hiç bitmedi, yalnızca evrildi. Çünkü bitmemeli! Yani işin özü şu: Çok uyarma insanları puzzle parçaların konusunda. Ancak böyle etkili olabilirsin bu hayatta.

Şıklık:
Özel bir yere davetlisin, güzel gözükeceğim diye her bir uzvunu mücevherle doldurursan komik gözüküp, sırıtmaz mısın o davette? Bedenini az uyarmalısın, ona nazik dokunuşlar yapmalısın. Boynuna inci bir kolye tak, bir de gerdanın açık olsun, tamamsın.

Kadın:
Bir gül gördün bahçende. Budanması, sulanması lazım. Çok uyarma onu, çok budama yani, çok sulama, ölür yoksa. İster misin ölü bir çiçek? Az uyar, yumuşak dokun yapraklarına. Dikenlerini koparma, varsın batsın. Hem sen hiç gördün mü acısı olmayan güzellik? Bir kere onun sadece çiçeğini sevemezsin, o kadar basit değil. Solmuş dökülmüş yapraklarını da seveceksin, köklerini seveceksin, toprağını seveceksin, dikenini seveceksin! Sevmekle kalmamalısın. Ona gübre, su, güneş olmalısın. Kendinden ona bir şeyler vermezsen ondan bahçende olanca zerafetiyle yaşamını sürdürmesini bekleme, bekleyemezsin. Son olarak şu cümlemi aklına kazı: Her kadın bir güldür.* Şimdi bunu düşünerek bu paragrafı bir daha oku.

(Okuduysan şimdi yazının kalan kısmına geçebilirsin.)

Şanlısın ki; en özel gül türü kadındır, ona iyi baktığın sürece mevsimsel bir çiçek olmaktan vaz geçer. Çünkü her daim bahçende var olmak ister. Bahçendeki güle iyi bak küçük adam, onu az uyar. Az uyar ki, seninle yaşasın bir ömür.

Hoşça kal.🌸

Dipnot1: Ben de bir gül'üm. Sarı bir gül, bodur değil uzun, dikenlerimin sertliği ise insanına göre, hem öyle herkesin bahçesinde açmam kolay kolay, biraz özel bir türümdür. Daha fazla anlatmayacağım kendimi, bahçendeki gül'ü çözecek olan sensin, işin zor, kolay gelsin:)

Dipnot2: İlk baştaki cümleyi kuran, hatta bu yazıyı yazmama ilham olan kişiyi merak ediyorsun değil mi? Etmeye devam et. Ama çok da etme, etkisini kaybeder. Unutma neydi? Az ve etkili.

Dipnot3: Yazıyı çok mu beğendin? Sık sık açıp da okuma. Az ve etkili olmalı bu da her şey gibi, UNUTMA!

Dipnot4: Neden böyle yazılar yazıp bir yerlere göndermiyorsun? diye sorma. Çok kişinin yüreğine dokunursam ne anlamı kalır ki? Benim uyarmak istediğim yürekler belli. Uyarabildim mi?



-M. Banu Yıldız