Karakalem


GİYOTİN




Mahalle başına kurulmuş giyotinde
Ruhumu ezdiler,
Yirmi beşinci karesinden.
Rahmine sakladığım iki çöp sigara vardı
Kalbimin.
Eskiden olsa ‘cuvarasız bayramlar’a ağlardı babam;
Faşizmi, ensemden yakaladı.
Sinematografik çocukluğum
Yoksa bir roman mı olmalıydı?
Cinai sarılışlarım oldu oysa benim.
Ruhum giyotine vurulmasaydı,
Elbet kurban giderdi bir şiire.
Mütalaasını asan halatlarımdan boğardı
Annemin ilkeli gençliği.
Köle pazarında tezgaha atılan sikkelere
Müezza gibi miyavladım;
Naaşım önde giderken yine de umutla.
Mahalle başları, insanlar ölsün diye miymiş?
Bir ceset kaç yıl,
Her sabah,
Toplu taşıma suratsızlığına;
Bir ceset kaç yıl,
Her akşam,
Kara kutu ruhsuzluğuna;
Bir ceset kaç yıl,
Her uykuda,
Tekrar tekrar giyotine...
?
Çocukken ölseydim,
Ah!
Kuşpalazı derlerdi dedeme.
Yutağımda birikenleri
(Öyle ya)
Kimse bilmezdi.


-Münevver Kübra Peker



Bir Bölü Beş Saniye



Şaibesi ışıltılı vitrinlerinden
Bu asırda,
Hakikatin nefesiymiş gözlerin.
Üstelik ciğerlerine dolan nikotinden
Ve hatta ayak ucuna düşen
Bitik kahraman izmaritten
Bana neyken!
.
“Bırak şu illeti.
Saç tellerim acıyor.”
.

Örneğin bir bölü beş saniye
Değmişse hakikat gözlerime,
İçime bakışlarını çekmeden
“Yaşat Allah’ım” duasına dalarım.
Gözlerinse otobüs peronlarına...
Barış abinin kol düğmeleri çalar içimde.
İçimde sorular, sorgular, yargılar...
.
“Başın omzumda bir fotoğrafımız olmasın mı?”
.
Çoraplarının yerini sor bana.
Elmacık kemiklerine çiçekler çizeyim,
Hakikatin nefesiyle her sabah aynada
Büyüt onları,
Nefesini öpeyim.
Gözlerinin hohladığı camların buğusuna
Adını yazmamı bekleme.
Pencereler,
Kuş dolsun diyedir içimiz.
Kal!
Tüm şaibesi yerle bir olsun şehrin.
Ve sözlükler yeniden tanımlasın ‘mucize’yi.
.
“Yemekte ne var?”
.
‘Ankara’yı sevmiyorum’un
‘Bana sevmeyi anlat’ demek olduğunu söyle.
Heidi’nin koştuğu kırlarda
Büyük babasının köy ekmeğini koklatayım.

Bir varmış;
Faşist köyün sürrealist ressamı
Saçlarını çizmeye kalkmış.
Bir yokmuş
.


-Münevver Kübra Peker


Hiçbir Yer


Görünüşe bakılırsa sevgili Dünya,
Ecnebi bir leylekmişim göğünde.
Tellere takılan bir uçurtmayla seviştim diye
Gagamı mühürlemiş Uranos.
Yurtsuz kanatlarıma
Bakir gülümsemeleri değmiş yağmurun.
Hiçbir yere aitim,
“Sevmeyin beni” dedim.
Hiçbir yer,
Ölümün taşeron şehri.
Baldırından ağlıyordu gök,
Sevgili dünya!
Dayanamadım.
Ben günahkarım,
Çok.
Ses tellerimin ucunda “sevmeyin beni” çanı...
Ne göçmen kuşlar gördüm,
‘Hiçbir yer’e göçememiş.
Aptallık değil de ne!
‘Hiçkimse’yi yurt edinmek böyle...



-Münevver Kübra Peker





Karakalem #3




Yüksek baslı şarkılar gibiydim,
Sözlerim ‘hoh’lu çıkar
Ciğerimde zelzele olurdu sabahları.
Ayaklarıma karpuz çekirdekleri yapışan bir evde
Mutfak balkonundaki soğan kabuklarına şiirler yazdım.
Uçuşan,
Ve asla bir yere ait olamayan şiirler...
Diz yapmış pijamamla bakkala çıkıp
Reçelleri kapaksız kavanozlara terk edecek kadar
Umursuzdum yaşama.
Çoraplarımı ütülediğim günlerim de oldu elbet.
O zamanlar çoraplarım da mutluydu,
Annem de.
Ağladığımda yumurta maskesi yapardım yüzüme.
Tavuklar bilse bunu?
(Annem bilmesin.)

(Kumla dolmasın salyangoz evleri.)

Güldüğümde günebakanları öperdim,
Annem de
Sen de mutlu olurdun Allah'ım.
Gün battığında ayçiçeği oluverirdi hepsi.

Çocukken en çok kül kedisini sevdim.

(On iki yaşımda Dijan’dan ayrıldım,
Birbirimize Ay’ı emanet ettik.)
Gündüzler herkesindi,
Biz geceyi evlat edindik.

Güvercinler camı tıklatıyor Allah'ım,
Gitmem lazım.


-Münevver Kübra Peker




Karakalem #2




Bitkisel sevişmelerin ter izi
Bu his fukarası gülüşler,
Bu kronik aşk yetmezliği...
Gölgeleme!
Yan sanayi tutuşmuşluğunla
Şirk koşma sevdaya.
Büyük günah yalnızlığımız!
Vazgeç diyorsun,
Siroza çalan ağız kokunla.
Sinemaların son seanslarına
Patlamış mısırsız küfürler saçmaktır bu,
Bilmiyorsun.
İkinci tekille kavgamız ebedi.
Peki sen kaçıncı çoğulla sek içiliyorsun?
Uyuyalım mı,
Kırmızı ojelerimden öp beni.
Nasılsa değmez ruhuma
Alkolik hissizliğin.
Su geçirmez şefkatsizliğinle sarıl,
Kiri pası müstahaktır ruhuma,
Sarıl!
Şerit izleri silik yollarda
Solumdan bir melek çal.
Çok günahkarım,
Annem ağlamasın.
Gölgeleme!
Uyuyalım mı?
Sarıl.

   


-Münevver Kübra Peker





Kuzey cephe pencereli yirmi sekiz yıllık baba evimden ilk kez uzaklaşıp bozkır bir kentin kirli çarşaflı yatakları olan ‘aileye mahsus ‘ ucuz otelinde açtım gözlerimi sabaha. En enfes yanı güneş alan odam, en beteri çarşafların kirini uyandığımda fark etmiş olmamdı. Enleri yaşamaya meyilli yanım için bi’ normallik yoktu etrafta. Koşup muhteşem güneşe hazırladım kendimi, ağustos sabahı buz kesen bir suyla duşta. Üçgen balkonda iki plastik sandalye, kollukları güneşten sararmış... Ne bekliyordum, salıncaklı teras mı! Güneşi arkama verip elektriklenmiş saçlarımın gölgesini izledim balkon kapısında. Saçlarımın özgürlüğünü izledim, özgürlüğünü... Özgürlüğünü!Nazım’ın dilinden düşürmediği o hürriyet meselesi... Bırak şimdi, tabi ki küçük şeylerle mutlu olma martavalı okumam. Bu, büyük şey bende.
‘Şey’?
Otelin yanındaki tarlada bir köpek salınıyordu, çoban köpeği. Ortalama on insan adımı mesafe yürüyüp geriye baktı, birbirini yere yatırmaya çalışan yavrularına. Sonra devam etti. Yavrular da peşinden... Sonra iç sesimin bilinçaltı okumalarından bir cümle tekrarlandı üç buçuk kez kafamın içinde. “Biz senin falsolu kullarınız n'olur bizden razı ol” diyordu. Telefon çaldı. “Ölmüş” dedi ses. Kimse kim! Ölmüş yani. Biri bu sabah bu gün doğumunu görememiş. Kirazın Tadı filmindeki efsane sahneler film şeridi oldu az önce bilinçaltı okumaları yapan zihnimde. Tanısam kendini asanı, belki anılarımızın yönetmenliğini yapardım ama senaryo tanıdık, ne fark eder! Açtım bir şiir okudum ölenin ardından. Üç buçuğu dörde tamamlayan şiiri... Bu da elbet plasebo etkisi.
“Biz senin falsolu kullarınız,
N’olur bizden razı ol.”
Odaya girdim, saçlarımı toplayıp topuz tokasının içine tıkıştırdım. Güneş perdesini kapadım. Uyudum.
...
Hürriyet dedikleri, bir buçuk dünya saati.

 



-Münevver Kübra Peker