26.08.2018

Hiçbir Yer


Görünüşe bakılırsa sevgili Dünya,
Ecnebi bir leylekmişim göğünde.
Tellere takılan bir uçurtmayla seviştim diye
Gagamı mühürlemiş Uranos.
Yurtsuz kanatlarıma
Bakir gülümsemeleri değmiş yağmurun.
Hiçbir yere aitim,
“Sevmeyin beni” dedim.
Hiçbir yer,
Ölümün taşeron şehri.
Baldırından ağlıyordu gök,
Sevgili dünya!
Dayanamadım.
Ben günahkarım,
Çok.
Ses tellerimin ucunda “sevmeyin beni” çanı...
Ne göçmen kuşlar gördüm,
‘Hiçbir yer’e göçememiş.
Aptallık değil de ne!
‘Hiçkimse’yi yurt edinmek böyle...



-Münevver Kübra Peker




25.08.2018

Miş'li Geçmiş Zaman



   

Damarlarımın mürekkepli kuytusuna oturmuş, sessizliği dinlemişsin.
Sessiz çığlıklarda dolaşmış, yorulmuşsun.
Yorulmakta dinlenmişsin.
Yağmur yağmış, sular taşmış, sen kurumuşsun. 
Bir ateş yakmış, alevler içinde üşümüşsün.
Üşümekte tutuşmuş, terlemişsin. Ayaklarına kara sular inmekle kalmamış, kara sularda boğulmuşsun. 
Boğulmakta hayat bulmuş, bulmakta kaybolmuşsun.
Yok olmamışsın da sen zaten yokmuşsun.


- Rabia




24.08.2018

2. Renk Senfonisi / Sokak Lambası Sarısı



Bir takım yayınsal mevzuların arasından sesleniyorum. Tam da Barış Manço servisi gibi.. Duyuşsal serzenişler arıyorum. Hülasa yok. Öyle değil "Yok yok." Var bile olamamış bir vakaanın muhteviyatına münzevi olarak vakıf olabilmek için kendimi adamıştım adeta. Fakat 'başarısız' oldum. 

Ne bir ne pes yukarıda bir tek sokak lambası. Aydınlatıyor sokağımı. İyiliğin rengi şehre uzaktan bakan miyop gözlerimin gördüğü yaygın gelişimsel bir sokak lambası sarısı. Seni çok bekledim sokaklarda. Bir umut öldürdü beni. Kim olduğumu unutmuş durumdayım. 

Sarı saçlarını gönlüme bağladın mı. Sıkı bağla n'olur. Gözlerinin akı ile siyahını da unutma. Şimdi senin gözlerinin rengi siyah değil biliyorum. Ama olmuyor ve de aklım almıyor. Anılar yüreğime mesken tuttu. Hasılı içimden sökülme durumun yok fakat acısı var. 

İçinden çıkılmaz durumların içine pek girmezdim. Galiba güven çözecek bu sorunu. Şehrin sarı ışıklarının altında... 

Mükemmel ötesi bir imge sende vücut bulmuş. Bu kısım imkansızı bana veren sensin. Fakat benim ruhum özgür değil. Ruhumu özgür bırakmaya ihtiyacım var. Aslında sana ihtiyacım var. Seni almaya geliyorum. 

-Ben sinirleniyorum. Sinirlenince fırlatıyorum. 
+Fırlat..
-Ama kırılır. 
+Kırılsın.. 
-Yenisini kim alacak sen alacaksın. 
+Ben mi alacağım? 
-Tabi sen alacaksın. Babam alsın istiyorsan. 
+Yok ben alırım da sadece bir şeyi duymak istedim. 
.
.
.


Ali Koç




14.08.2018

Eleştiri Meselesi


Toplumlar da doğar, yaşar, büyür ve ölür bana göre. Ruhları ise bir koca umman olan yeryüzünde oradan buraya koşturur durur ve iyi bir beden bulunca ona ruh verir. Devletler için kullanılan bu benzetmeyi toplumlara atfederek yazmamın nedeni ise halkların birdenbire sönmeyip devletlerin tek gecede yıkılışlarıyla oluşan yanlış kanaattir. Bu yıkılışlar ruhu öldürmüyor toplumun üzerinde devam ediyor. Toplumun ise ahlak anlayışı, etik kuralları, örfü, âdeti ve kanunları değişiyor. Değişmekte olan bu mefhumlar toplumun yavaş yavaş ölmesi demek oluyor.

Bizim toplumumuzun tetkik edilmesi gerekiyor. Yaşının ve karakterinin ortaya konması gerekiyor. Şayet bu inceleme yapılırsa konacak teşhis ise –yine bana göre- ergenliğinin ortasındaki isyankâr bir genç olacağıdır. Bu fikrimi desteklemek ise tereyağından kıl çeker gibi kolay olacaktır. Çünkü bu genç, makul konuşulduğu zaman çok sıkılacak ve heyecan arayan tabiatıyla aşırı fikirlere itibar edecektir. Bu genç, yavaş yavaş yürümek varken koşmayı tercih edecektir. Bu gence asla yapmamanız gereken en önemli şey ise eleştirmektir. Herhangi bir eleştiri yönelttiğiniz vakit asabileşecek ve agresif algıladığı bu fikri kesinlikle reddedecektir. Belki koşa koşa kendini izole etmeye çalışacaktır. Bu eleştiri kaldıramamak bizde bir ahlak halini almıştır ve derhal değiştirilmesi gerekir.

18. yüzyılın en önemli değişikliği elbette bize (yani dünyaya) yeni bir ufuk kazandırmasıdır. Bu yeni açılan gedikten ise 19. yüzyılda birçok aydın ve bilim adamı geçmiştir. Bu gediğin en büyüğünü değişmez denen ahlak anlayışını yıkmakla kalmayıp yeniden genel çerçevesini çizen büyük filozof Immanuel Kant açmıştır. Burada gelişen anlayış buralara kadar henüz gelmemiştir. Zira çizilen yeni çerçeve sadece belli bir olgunluğa erişmiş milletler için bir teneffüs zili vazifesi görmüştür. Bu teneffüs arasında gelişen geniş Alman felsefesi sonrasındaki bilim ve felsefenin öncülüğünü de yapmıştır. Ergen toplumlar ise babalarından kalma ahlak anlayışının değiştiğini ve tahrif edildiğini daha anlayamamış ve bu meseleye bir hayli uzakta duruyor. Bu felsefenin yerleşmesini ummak, felsefenin bile ne kadar zor yapılabileceğini görenler için mümkün gözükmemektedir.

Eleştiri, bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işidir. Yani kısaca tenkit. Eleştirinin sadece olumsuz olarak algılanması bile bu türün ne kadar geride kaldığını gözler önüne seriyor. Bu yanlış yaygın kanaatin yanı sıra eleştiri için halktan bir talep de yok gözüküyor, çünkü para temelli bir sistemin ortasındaki memleketimiz bu şekilde bir fırsatı eline geçirseydi, affetmezdi. Zaten eleştirmenlerimizin azlığı da bu savı desteklemektedir. Var olanların kalitesi tartışılıyorken, kalitelilerinin adedi ise tek elin parmaklarını geçmeyecek dereceye düşmüştür. Bunların ise sert tenkitler yerine daha naif bir üslup benimsemeleri de olgunluğun olmadığını tekrar suratımıza çarpıyor. Hâlbuki bundan çok seneler evvel en meşhur kritikçilerimizden olan Nurullah Ataç bile kitabının ismini Karalama Defteri koymaktan geri kalmamıştı.

Bu baskın kültür daha dünün meselesidir demek de yanlıştır. Burada yanlış anlaşılmak istemem. Nef’i idama mahkûm edilmişti. Üç şeyhülislamın idamına karar veren de aynı kültürdü. Daha nice fikir, din ve ilim adamının akıbeti aynı istikametteydi. Bu kültür sonrasında fasılasız olarak bugüne kadar geldi. Ne devrimlerden büyük bir zarar gördü, ne de darbelerden. Bu öylesine güçlüydü ki, sert tedbirler bile fayda vermedi. Üst kültür, halka inemedi. Alt kültür de çıkmayı aklına bile getirmedi. Bu konuşmadan anlaşan ikili yüz yüze gelince mecburen konuştu. Mecburiyetten ise alt kültürün hâkimiyeti (daha doğrusu tahakkümü) çıktı. Bunu ise eleştirmek, üst kültürü tenkit etmekten bin beterdir. Kutsalları o kadar çoktur ki, dokunduğunuz her meselede dilinize acı biber sürülür, ellediğiniz her nokta eliniz yakar, kavurur. Buna dokunmak ne vakit cazip olur, o vakit yanlışları söyleyenlerin sesi yükselir. Bu ses bir milletin kulağına o zaman girer ve çıkmamak üzere yer eder. Elbette bunlar da diğerlerinin gelişine hâkim olamayacaktır. Bu düzen böyle sürüp gidecektir.



Tamam kapanışı yapıyorum. Büyük eleştirmenler yetiştiren bu kültür, her şeye rağmen yetiştirmeye devam edecektir. Yeter ki, kulaklarımızı doğru kişilere açalım doğru kişileri dinleyelim. Burada doğru yerlere temas eden bir eleştirmen ve şairin bir şiirini önermek isterim. Bu şiir ‘Behri Tevil’dir ve Mirza Elekber Sabir tarafından yazılmıştır. Şiirin sonunda ise yine bir umutsuzluk dizelerine yansımıştır:

Budur aləmi-nisvan!
Budur hali-müsəlman!
Gərəkdir edə məhdud
Öz övladını insan!

Sən, əmma, hələ qanma!
İnanmırsan inanma!
Fərəhlən əməlindən!
Utanmırsan, utanma!



-Mukbil Terzi




13.08.2018

Karakalem #3




Yüksek baslı şarkılar gibiydim,
Sözlerim ‘hoh’lu çıkar
Ciğerimde zelzele olurdu sabahları.
Ayaklarıma karpuz çekirdekleri yapışan bir evde
Mutfak balkonundaki soğan kabuklarına şiirler yazdım.
Uçuşan,
Ve asla bir yere ait olamayan şiirler...
Diz yapmış pijamamla bakkala çıkıp
Reçelleri kapaksız kavanozlara terk edecek kadar
Umursuzdum yaşama.
Çoraplarımı ütülediğim günlerim de oldu elbet.
O zamanlar çoraplarım da mutluydu,
Annem de.
Ağladığımda yumurta maskesi yapardım yüzüme.
Tavuklar bilse bunu?
(Annem bilmesin.)

(Kumla dolmasın salyangoz evleri.)

Güldüğümde günebakanları öperdim,
Annem de
Sen de mutlu olurdun Allah'ım.
Gün battığında ayçiçeği oluverirdi hepsi.

Çocukken en çok kül kedisini sevdim.

(On iki yaşımda Dijan’dan ayrıldım,
Birbirimize Ay’ı emanet ettik.)
Gündüzler herkesindi,
Biz geceyi evlat edindik.

Güvercinler camı tıklatıyor Allah'ım,
Gitmem lazım.


-Münevver Kübra Peker



9.08.2018

Sağanak Acılar




   ♫

Yüzsüz bir korku benimki
Ne laftan ne kovulmaktan anlar 
Karanlık çöktüğü zaman 
Yüreğimin harabelerine davetsizce dalar
Gece yarıları bendeki beni kovalar
Bütün uzuvlarıma hapis
Göğüs kafesime gizlenmiş
Bir meczup dolaşır içimin derinliklerinde
Sağanak acılarda ıslanır sessiz serzenişinde
Ve yıkılır surlarım, kucak açarım her bir düşüşümde
Çünkü bu korku da benim
Ruhuma zincirlenmiş meczup düşlerim de.


-Rabia



8.08.2018

Karakalem #2




Bitkisel sevişmelerin ter izi
Bu his fukarası gülüşler,
Bu kronik aşk yetmezliği...
Gölgeleme!
Yan sanayi tutuşmuşluğunla
Şirk koşma sevdaya.
Büyük günah yalnızlığımız!
Vazgeç diyorsun,
Siroza çalan ağız kokunla.
Sinemaların son seanslarına
Patlamış mısırsız küfürler saçmaktır bu,
Bilmiyorsun.
İkinci tekille kavgamız ebedi.
Peki sen kaçıncı çoğulla sek içiliyorsun?
Uyuyalım mı,
Kırmızı ojelerimden öp beni.
Nasılsa değmez ruhuma
Alkolik hissizliğin.
Su geçirmez şefkatsizliğinle sarıl,
Kiri pası müstahaktır ruhuma,
Sarıl!
Şerit izleri silik yollarda
Solumdan bir melek çal.
Çok günahkarım,
Annem ağlamasın.
Gölgeleme!
Uyuyalım mı?
Sarıl.

   


-Münevver Kübra Peker



7.08.2018

Birleşikalıntılar 2


Groddeck, Freud’a yazdığı bir mektubunda “Size o kadar sıkı tutundum ki yere atılacak olsam bu, derimden bir parçaya mal olur.” der.

Deriye mal olmak..
Yere düşeceğinizi bile bile tutunmak..
Tutunduğunuz kişiyle ortak bir deri kullanıyormuş gibi sarılmak..
Sonrasında yere düşmek..
Derinizin yarısının onda kalıp,
size kalan diğer yarısına onun kokusunun sinmesi..

Koku..
Kokun ruha mal olur..
...

Vincent Van Gogh, kardeşine gönderdiği bir mektubunda “Tablolarım, söyledikleri şey olsunlar.” der.

Tablolarının her birine, dünya üzerindeki yedi bini aşkın dili öğretmek..
Kendini güçsüz hissedip, bu mektuptan bir gün sonra intihar edeceğini bile bile eserlerine son bir kez sarılmak..
Söyletmek..
Söylenilen her bir sözde yağlı boyaların tebessüm edip,
ilk günkü kokusuyla tuvaline sarılması..

İlk günkü koku..
Kokun, söylediği şey olsun..
...

“Zayıflık muhteşem, güç önemsizdir. İnsan doğduğunda zayıf ve işlenmeye müsait olur. Öldüğündeyse güçlü ve nasırlaşmış, taşlaşmıştır.
Sertleşmişlik ve güçlülük ölümün eşleridir. Eğilip bükülebilirlik ve zayıflık, tazeliğin ve gençliğin işaretleridir. Büyümüş, katılaşmış hiçbir şey bu yüzden zafere ulaşamayacaktır.” der Lao-Çe.

İlk ve son günkü koku..
Bu yüzden,
zafere ulaşamayacağım..

Neşeyle,





-Ahmet Delice



6.08.2018

Karakalem #1




Kuzey cephe pencereli yirmi sekiz yıllık baba evimden ilk kez uzaklaşıp bozkır bir kentin kirli çarşaflı yatakları olan ‘aileye mahsus ‘ ucuz otelinde açtım gözlerimi sabaha. En enfes yanı güneş alan odam, en beteri çarşafların kirini uyandığımda fark etmiş olmamdı. Enleri yaşamaya meyilli yanım için bi’ normallik yoktu etrafta. Koşup muhteşem güneşe hazırladım kendimi, ağustos sabahı buz kesen bir suyla duşta. Üçgen balkonda iki plastik sandalye, kollukları güneşten sararmış... Ne bekliyordum, salıncaklı teras mı! Güneşi arkama verip elektriklenmiş saçlarımın gölgesini izledim balkon kapısında. Saçlarımın özgürlüğünü izledim, özgürlüğünü... Özgürlüğünü!Nazım’ın dilinden düşürmediği o hürriyet meselesi... Bırak şimdi, tabi ki küçük şeylerle mutlu olma martavalı okumam. Bu, büyük şey bende.
‘Şey’?
Otelin yanındaki tarlada bir köpek salınıyordu, çoban köpeği. Ortalama on insan adımı mesafe yürüyüp geriye baktı, birbirini yere yatırmaya çalışan yavrularına. Sonra devam etti. Yavrular da peşinden... Sonra iç sesimin bilinçaltı okumalarından bir cümle tekrarlandı üç buçuk kez kafamın içinde. “Biz senin falsolu kullarınız n'olur bizden razı ol” diyordu. Telefon çaldı. “Ölmüş” dedi ses. Kimse kim! Ölmüş yani. Biri bu sabah bu gün doğumunu görememiş. Kirazın Tadı filmindeki efsane sahneler film şeridi oldu az önce bilinçaltı okumaları yapan zihnimde. Tanısam kendini asanı, belki anılarımızın yönetmenliğini yapardım ama senaryo tanıdık, ne fark eder! Açtım bir şiir okudum ölenin ardından. Üç buçuğu dörde tamamlayan şiiri... Bu da elbet plasebo etkisi.
“Biz senin falsolu kullarınız,
N’olur bizden razı ol.”
Odaya girdim, saçlarımı toplayıp topuz tokasının içine tıkıştırdım. Güneş perdesini kapadım. Uyudum.
...
Hürriyet dedikleri, bir buçuk dünya saati.

 



-Münevver Kübra Peker



3.08.2018

Hoşça Kal Kaptan


   ♫♪

Bir hikaye okudum bugün. Hikayeleri sevdiğimi söylemiş miydim emin değilim. Ama kitapları bitiremediğimi biliyorsun. Neyse işte. Bir uzun yol kaptanının kısa hikayesi. Bir bileklik, iki magnet var hikayeden aklımda kalan. Ha bir de kahve falı. Kahvenin yanında vermişler, şu ufak kağıtlara yazılı olanlardan.
"O gün iyi ki tutmadın elimi." Bu cümleyi hiç sevmedim. Ama içimden söylemeye başladım bile. En çok da bu koyuyor. Mutlu sonu yok bu hikayenin. Zaten kahramanın uzun yol kaptanı olduğu bir hikaye nasıl mutlu sonla bitebilirdi ki? Beklediğim bir sonmuş aslında şimdi daha iyi anlıyorum. Zaten mutlu mutsuz fark etmez ben sonları sevmiyorum. İsmi bile yok bu hikayenin. İsimsiz kalsın boş ver.
Ben iyiyim belki merak ediyorsundur. Ya da etmiyorsundur bilmiyorum. Ama iyiyim. Yürümeyi bırakmadım.Gökyüzüne bakıyorum yürürken. Ama boş duvarlara bakmıyorum artık onu bıraktım. Bende durumlar böyle. Zaman geçiyor bir şekilde anlayacağın. Sen neler yapıyorsun? Alıştın mı yeni hayatına? Arada denizle konuşmaya git olur mu benim de selamımı söyle. Bir de o kadar çok sigara içme. Hastalanma sakın. Hâlâ dip'te misin? Biraz daha kal çok istiyorsan ama sonra çık oradan tamam mı? Omuzlarına ağır gelmeyecek bir sevgi bul kendine. Sakın karanlıkta kalma, aklım sende kalmasın. Ellerimi her açtığımda adını fısıldadığımı unutma. En sevdiğin şarkıyı söyleseydin iyiydi ama canın sağ olsun. Gökyüzüne bakmayı da ihmal etme. Sana yıldızlarla selam yollarım belki.  Plakta çalan Müzeyyen Senar misali özleniyor ama haklıydın geçiyor zamanla. Bu sana yazdığım ilk ve son yazı'm. Benden bu kadar. Hoşça kal kaptan.


-İyi ki



1.08.2018

ŞAHISLAR 2


   ♫♪

Kitap çalmadım ben kütüphaneden.
Hangi zamanlar dersen sevgili yalnız
Paranın bizim cebimizi görmediği günlerden.
Her şey durdu gibi hissediyorum.
Aklımdan bir sürü sahne geçti
Fakat kolumdan düşen saati seninle aradım.
Yaaa işteeee böyleeeee...
Duvarındaki posterlerden birine dokunmak.
Merhamet yok artık
Göz karardı mezar taşına bakarken
Ölmeyecek bütün bunlar biliyorum.
Mor ve ötesi yaşasın.
Akli dengemi kaybettim
Çünkü tüm yazıları okudum.
Kitap çalmadık ama cimri değildik hayallerimizde.
Yıllar sonrası Elaluiz.
Hangi zamanlar biliyor musun?
Kapıların pencerelere karıştığı zamanlardan.
Tabuttaki son çizgilere dokunsun
Hayat avucundan akar gider.
Allah senin yokluğunu göstermesin.


-Hayali Tehlike



Kayboluş Hikayesi.



   ♫♪

Bu sabah, yine göremedim kendimi aynada.

Sahi kendinizden bile kaybolduğunuz sabahlara siz de uyanıyorsunuz değil mi?

Genelde buz kesmiş hissederim parmaklarımı öyle sabahlarda, sizin elleriniz de üşür mü?
Yağmur yağmışsa suyu hissedemem, güneş parlaksa sıcağı hissedemem.
Yaz akşamlarının esintisini hissedemem eğer kaybolup gitmişsem.
Aynaya baktığımda görememişsem kendimi 2 dilim peynir koyarım kahvaltıya başka da bir şey yemem. Susuzluktan kurumuş olur dudaklarım da suyu bir türlü ağzıma değdiremem.

Kahvaltım bitene kadar pek düşünmem de sonrasında eksik hissetmeye başlarım. Gelse de konuşsak derim, bazen kendimi aramaya çıkarım.

Kalbiniz kırıldığında çok uzaklara koşmuyor musunuz yoksa siz, kaçmıyor musunuz kendinizden? Ve bir de yere düşen her parçanızın sesini duymaya nasıl tahammül ediyorsunuz?

Ben rüzgârı dinliyorum, hissedemiyorum ama dinliyorum.
Bazen masallarla bazen ninnilerle avutuyor rüzgâr beni.

Akşam, yok yok akşam değil gece hatta gece yarısı, bahçedeki küçük tabureye oturmuş olarak buluyorum kendimi; omuzları düşük, kaçmaktan yorulmuş, kırgın, solgun ama vazgeçmemiş… Sabah erkenden tekrar kaçacak olduğunda bile geceleri hep orada oluyor, malum sohbeti bekliyor. Öyle bir sohbet ki o göz göze gelmeden yüz yüze geliyoruz. Bazen tüm öfkeme katlanmak zorunda kalıyor bazense tüm hıçkırıklarımı bağrına basıyor, eskiden çok tartışırdık ama yıllardır tek kelime dahi etmiyor.

Siz de böyle sabahlara uyanıyorum demiştiniz değil mi? Şayet yaşamadıysanız bunun tarifi mümkün değil, ne yaparım bilemiyorum. Kendinden kaçmayı nasıl tasvir edebilirim ki hiç kendinden kaçmamış birine, aynada olmadığım anı, kendimden uzakta olmama rağmen attığım her çığlığı hissettiğimi nasıl tarif ederim? Ve en tehlikelisi gece yarısı kendimle karşılaştığımda asla göz göze gelemediğimi, o an sadece üzerimden dökülen alevleri görebildiğimi hangi kelimelerin koluna takıp da gönderebilirim bir başkasına.

Ah anlatamayacaklarım hakkında ne çok söz söyledim değil mi, en iyisi kalkıp güzel bir çay demleyeyim size. Sizi sessizliğe emanet ederim dinlenirken içersiniz, bahçedeki küçük tabure bütün gün boş nasıl olsa.



-gamzeyimkiben



1. Renk Senfonisi / Siyaha Çalan Mavi



×1.Kişi (Dağ / Yıldız)
Göğe hasret bu adam dağlara aşıktır. özü dağdan gelir çünkü. Ağustos sıcağında nasıl donarcasına üşüdüğünü o ve dağda yaşayanlar bilir. Gündüz bu kimseyi üzmez. Gece fena olur ama dememi bekliyorsun değil mi. Ama yanıldın dostum. Gece o ayazı çekilir yapan birbirine sarılarak uyuyan ve gecenin siyaha çalan mavisini ve yıldızları izleyen iki insanın mutluluğunu siz bilemezsiniz.

-Sırtımı da guytu bi yere verdim. Datlı bi uyku çekesim var ya.. Gidecez heralda.

-Ciğerime işleyen ayazdan daha çok sevdiğim bir şey varsa o da senin yüreğin.

×2. Kişi (Deniz / Ay)
Denizi bilmeyen tanımayan bu kardeşimiz sahil yolunda arabayı öyle yavaş sürer ki denizin çocukları bu duruma kızar. Şimdi bu olayın kahramanları ilk defa ateş başındalar. Malum insanın olduğu yerde kemerler bir delik daha sıkılır. Neticede bizi Güvende yetiştirenler Aziziyeli. Bu durum bize tetikte olmayı öğretti. Hülasa diken üstünde de olsa kurulan hayaller siyaha çalan mavinin huzurunda gerçekleşti. Denize vuran ayın verdiği romantizm beni sana aşık etti o gece. Korkarım ama ben hala.

-...Tıkır tıkır...

+Birisi mi var arkamızda?
-Sen dur ben bakarım.
+Hayır taşlar yere düşüyor.
-Korkma Ben Varım...

-Başardık.


-Ali Koç