26.02.2018

Sert Rüzgar


metnin sesi ♫

     Kıvılcım sıçradı her yanıma. Yangına körükle gittiniz. Canınız acıyacak topluca. Pek uzağım kendimden. Her savaştan beni yanar döner çıkarırlar.

     Saldırın. Ama boşa...

     Amalar...

     Işıkları kapatmadım. Karanlık benim ışığım oldu. Siz karanlığa düşersiniz ben karanlığa çıkarım.

     Sert bir rüzgar esecek. Daha da yanacaksınız. Ölümü isteyip ölemeyeceksiniz. Acıdan kıvranacaksınız. Hepiniz...

     Ben kayıp değilim. Öfkemi yaşamadınız sadece. Öyle ki ölsem nefesimi ensenizde hissedeceksiniz.

     Yangınlardan kurtulamayacaksınız. Merhamet yok. Heyy!

      Bigalı. Keskin bakışlım. O mektubu yırttığın gün beni, içimdekini öldürdün. O kokulu mektubu koklayıp ağlardım ya ben...

     Farkındayım artık dansların. Işıklar açık ama birbirimizi gören karanlıklar.

     Okyanustayım.


- Ali Koç

17.02.2018

Günceye Düşen



Değiştiremem zamanı;
Getirdiklerini, götürdüklerini,
Nereye koyacağımızı bilemediğimiz heyecanlarımızı.

Ne de olsa
Başı ve sonu belli olmayanı tabir ettiğimiz sözcüktü: “zamansız”.

Yine de görmezden gelerek takvimi,
Biliyorum ki değiştirebilirim
Kendimi.


-İsmail Yılmaz



15.02.2018

Kayıp


     Kendini çözemeyen bir insan, yeryüzündeki milyarlarca insanı nasıl çözebilir? Elbette çözemez. Zaten kendini çözse de diğer insanları çözemez. Benimki sadece safsata... Siz bana bakmayın.

     Kendinize bakın mesela. Nasılsınız? İyi misiniz? Teveccühünüz, evet ben de iyiyim. Fena değilim işte. Bal kabağından hallice... Böyle her zaman değil de, arada cevizle iyi gidiyorum. Ara sıra da tozlu centilmenle haşır neşir oluyorum. Bolca domestos döküyorum gördüğüm çukurlara. Ha pardon! Bir an kendimi anlatmaya koyuldum. Özür diliyorum. Yine de sanırım bu herkesi çözmek adına bir adım oldu. Eve dönerken herkes kendini anlatır ne de olsa. 

     Peki ne olmasa... Mesela insanlık olmasa. Cık! Yaşanmaz bu sefer de. Tek başına çekilmez bu yerkürenin derdi. Damlalar bile beraber intihar ederken yeryüzüne ben nasıl tekil bir şekilde düşünebilirim dünyayı. Düşünemem. O yüzden de ölümü düşünemiyorum. Bazen çok hüzünlü oluyoruz. Bir değil, milyon dünya verseniz gitmek istiyoruz. Sonra bir şimşek çakıyor. Damlaların dansı eşliğinde, toprağın altındaki o karanlık geceden, yüzümüze değecek olan soğuk su içimizi ürpertiyor. Üstelik yalnızken. Tekrar masanın başına geçiyoruz. Sandalye düetiyle, tüm dünyada kendimizi arıyoruz. Yazılanlarda da görünce mutlu oluyoruz. Sahi, kendimizden bir parça görür gibi olunca neden bu kadar benimsiyoruz. Muamma gibi, ama ne de olsa kendimizi arıyoruz. Görmüş gibi olmak da yeter.

     Yeter mi? Yetmiyor bana be. Rüyalarımda beynime geldiğini sandığım ses dalgalarıyla uyanıp, mutlu oluyorum ama biliyorum. Biliyorum Tanrım. Bir daha duyamayacağım o sesi. Sınav kağıdını da boş vermek istiyorum böyle olunca. Bunu da yapamıyorum. Kimliğim namüsait bir durumda. Neyse yukarıda yeterli açıklamayı yapmıştım Tanrım. Korkunun ecele bir faydası var.

     Fayda demişken. Fayda fayda. Bildiğin fayda. Hani deprem değil de, böyle yarar gibi... İnsanlıktan ses çıkmıyor. Sanırım insanlık öldü. Oğuz abim de güne getirmişti bu konuyu. İnsanlığa göre Oğuz abim öldü. Ah insanlık! Gerçekten ziyanda.

     Ziyan derken Zion'dan bahsetmeden geçemeyeceğim şimdi. Ah be Neo! Dur, dur bak geliyor. Ne o haller? İşin tüm ciddiyetini yitirdim yine. Trinity abla bitiriyorum az kaldı. Kusuruma bakmayın.

     Nerde kalmıştık efendim. Evet. Her zamanki gibi mor kelebekte kalmıştık. Eninde sonunda hep böyle oluyor zaten. Benim fiyakalı aynam o. Bir aynadan daha fazlası belki de. İnsan bakınca kırkını da görüyor, çocukluğunu da.

     Çocukluk ettik, vaktinizi aldık, affola. Yarın, bugün ve dün artık hep buradayım ama yine de söz yarından tezi yok, emniyete gideceğim. İhbar edeceğim kendimi: Kayıp Aranıyor!

-Delice7



Dokuz



     Bugün, kendisini tanıştıran birisine memnuniyetimi dile getirerek karşılık verdim. İki taraflı, hafif tebessüm gerektiren bir an olması gerekiyordu aslında. Kimse gülümsemedi, hatta yeri kapsayan fayanslar ile tavan arasında bir boşluk aradık o anı doldurmak için. Bulamadık. Hafif bir kafa hareketiyle hızlıca ayrıldık.

     Biraz süre geçti aradan, tekrar karşılaştık. Aramızdaki mesafe; hareket etmeyen bir taksinin arka kapısından binip, ön kapısından inmek kadar gereksiz ve kısaydı. Tanışma anında gözlerimizdeki boşluğun dolmasını beklemiştik, şimdi ise gözlerindeki nefreti görmemek için ard arda dokuz gün Neşet Ertaş dinlemek lazımdı.

     Kendini tanıtmaya karşı dile getirilen bir memnuniyet; sineğin bacağı ısırması gerekirken, neden bacağın sineği ısırması etkisini yaratır ki? Şaçma.

    Aslında değilmiş.

    Biraz olsun etrafımızdaki olaylardan uzaklaşmak için yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyoruz haliyle. Bu soyutlama süreci dokuz yılı bulunca, size kendini tanıştıran insanlara, kendi isminizi söylemeyi unutmanıza sebep oluyormuş. Karşıda duran bir çift gözdeki herbir nefretin nedeni aslında kendinizi çoktan unutmuş olmanızmış.

    Şuradan terliği uzatır mısınız? Tek taraflı duyulan işe yaramaz memnuniyetin üzerine sinek kondu galiba.

    Paşşş.


-Ahmet Delice



14.02.2018

Zor İş Sevmek


Tek taraflı sevmek zor iş.
Sen ona şiir yazarsın,
O başkasının kapısına gider.
Sen ona güneş olursun,
O başkasının gölgesine girer.

Tek taraflı sevmek zor iş.
Onun canı acır,
Senin icin acır da
Dokunamazsın...

Tek taraflı sevmek zor iş.
O mutlu olur,
Sevinirsin de
Sarılamazsın...

Tek taraflı sevmek zor iş.
Yarım kalmışlık duygusu...
Boğazında yutkunma hissi...
Zor iş zor...

Elif



Belirtisiz Aşk Tamlaması


Açıklaması var mı ?
Ardı ardına yaptığım bu hataların...
Peki ya hiç fark etmeden
Sevmiş olmamın...
Açıklaması var mı ?
Beni bırakıp da
Seni bırakmayan
Bu duyguların açıklaması var mı?
Bırak desen bana
Emin olsam da bırakılır mı?
Söylesen keşke...
Bende anlamlı olan
Sende de anlamlı mı?

Elif



Karmaşık


Biri bütün ayrıntılarıyla nasıl anlatılır bilmiyorum. Belki yüzünü, gülüşünü ya da telaşlı ifadesini biraz hayal edebileceğiniz kadar anlatabilirim ama karşısında sadece dinlerken, öylece dururken içimden geçenleri tutup da gösteremem. Bazen akan suyun kenarında hem suyun üzerinde sürüklenen dalları izlemek, hem altında yüzenlere bakmak hem de aklından geçenlere hakim olmak gibi birden fazla şeyin farkında olmak ama aslında olamamak gibi. Suyun üzerinde sürüklenenlere bakıp, düşüncelere dalıp yüzenleri kaçırmak gibi. Anlatamadım. Aslında şöyle, mesela bir şeyler anlatıyor değişen duygularını ve yüzüne yansıyan ifadelerini yakalamaya, nasıl hissederken nasıl davranıyor  mimikleri nasıl değişiyor bunları yakalamaya çalışıyorum. Sonra bunlara dikkat ederken aslında ne anlattığını anlamaya, uygun cevaplar vermeye ve anlattıklarını bağlantılayıp unutmamaya çalışıyorum. Aynı zamanda bu duygular ve tepkiler içimde başka düşünceler oluşturuyor ve bunarı da tutup saklamaya çalıyorum. Çok basit gibi görünen kısa bir sohbet karmaşık işlemler gerektiren bir denklem oluyor. Ayrılınca tek tek düşünebilmek için düzenli bir sıraya koymalıyım yakalayabildiklerimi. Geriye dönüp tekrar izleyebilmeliyim zaman dilimini.
Birini hem tanımaya hem yakalamaya çalışmak içinden geçenler olmasa bu kadar zor olmazdı belki de. İçinden geçenler olmasa saklamaya çalışmazdın ya da, bilmiyorum.
Birini bütün ayrıntılarıyla anlatamam. Ama içimde yakalayamadıklarımın izleri olur. Bu izleri ifade edemem. Birini içimde tanırım, ona duygularımı, gördüklerimi, suyun üstünde sürüklenenleri, altında yüzenleri, yanında hışırdayan yaprakları, hafif esen rüzgarı yüklerim. Bunu anlatamam belki ama içimde bunları bir kutuya koyar, unutana kadar saklarım.


Ceren



Buralarda


Acı renksiz,
çocuklar bahtsız,
mavisi kararırken
gökyüzünün,
gülmeyelim artık
buralarda.

Duvarlar beyaz,
şehir gri,
insanlar siyah
çiçek misali
solmayalım
buralarda.

Şehir çok sisli,
daralmak değil de
ölmeyelim
buralarda.

Kalk
ayağa kalk,
gidelim diyemiyorum
ama kalmayalım
buralarda.


-Kubilay Önlüel

13.02.2018

Gariban Şah


Geçen gün gördüm bir rüya
Bir garip, bir acayip dünya
Ben olmuşum şah
Karşımda bir timsah
Korktum ki ısırır bu
Aman alimallah

Kaçtım çöle doğru
Çölün ortasında bir güzel, dupduru
Baktı gülümsedi bana
Kastı varsa cana
Koş yetiş ana
Bu ne vicdansızdır
Belli ki bu kansızdır
Bu huri bize düşmandır
Bu düşman ne yamandır
Çölün ortası kötü, sonu bombok
Kaçmaya devam etmeli atılırken ok
Karşımda varken koca ordu
Hani ben şah idim nerede ordu, nerede lordu?
Aman ne güzel çölden kaçtım geldim ormana
Derken karşımda dev bir anakonda
Pek büyükmüş sözüm ona
Saat daha beş var iken ona
Hazırladım kendimi sona
Geldi dişlerini taktı, zehrini zerketti
İşi bittikten sonra orayı terketti
Ben -ordusuz şah- kaldım yapayalnız
Çölde gördüğüm kurnaz
Yaklaştı yamacıma (Yahu ne güzel kız!)
Emdi zehri düştü yere
Kadere bak, kadere
Kimler kimlerle berabere
Ben bu oyunda mağlup
Kızı gömdüm sakin olup
Son bir gayretle, can havliyle tırmandım ağaca
Buluta tutunarak kaçtım ordunun üstünden vardım memlekete
Şahlığım anlaşıldı bakılarak taca
Sarayda tahtım satılmış üç kilo ete
Anlaşılan rüyada da fukara kaldım
Olsun varsın ben şahlıktan hevesimi aldım

Şiire vermeli son
Madem son halife İmparator Neron


-Mukbil



Zaman Geçtikçe Güçlenen Sütun


   Kütüphane koridorlarında dolaşırken birden “sütun” kelimesi çarpıyor gözünüze. Merak ediyorsun nasıl bir kitap diye. Sonra bakıyorsun çok eski bir kitap. Sayfalar arasında biraz dolaştıktan sonra tekrar kapatıyorsun ve kapakta o kelime hâkimi insanın ismini görünce seni sarmalayan merak duygusu bir tur daha dönüyor ve açılması imkansız bir merak halkası kaplıyor her yanını. Ne kadar kıvransan boş; ne kadar kaçsan acı ama hoş…

   Kendini esir hissediyorsun, ufkun daralıyor, kendini eksik hissediyorsun. Özgürlük, geniş ufuk ve kendini tam hissetmenin yolu oluyor “sütun”.

   Alıyorsun artık raftan ve okumaya başlıyorsun. Her sayfayı çevirdiğinde seni sarmalayan halkanın bir bir açılıyor düğümleri…

   “Kalemimin yeni ülkesinin ilk konuğu oruç oldu. ”cümlesiyle başlayan Sezai Karakoç, yüzüne bir tebessüm yerleştiriyor insanın. En güzel giriş, en güzel ifade, hem şık hem sade dedirten bir tebessüm…

   Sonra kalem yazmak zorundadır diyor ve mütevazılığını mütevazı bir şekilde ortaya koyuyor. Çünkü sen yazmazsan başkası yazacaktır. Ama başkasının görmesini beklemek yerine sen yazmalısın. Nasıl ki Kirâmen-Kâtibîn, gördüğünü yazıyorsa…

   Acı gerçekleri seriyor kimi zaman önümüze muhteşem bir üslupla. Ümitsizliğe kapılıyoruz dolayısıyla. İşte o zaman teselli ediyor kendini ettiği gibi: “Yola ne bakıyorsun, yolcuya bak, yolu nasıl olsa gidecek olan o değil mi? Yolun çetinliğinden ve uzunluğundan, bitmezliğinden ne yakınıp duruyorsun? Her doğan gün gidiş gücünü tazeledikten sonra…” Aslında teselli ya da avuntu değil bu cümleler; işte bunlar da acı olmayan gerçekler.

   “Bahar varken baharın tadını çıkar ve baharı yaşa; kış varken ise baharın geleceğini bil, bakarı gözle, baharı bekle.”
Günümüzde iman o kadar zayıflamış ki ölümü bırak kıştan bile korkuyoruz. Oysaki Hz. İsmail böyle miydi? Neden? Çünkü o ölümün bir yok oluş değil; yeniden doğuş olduğunu biliyordu. Âlimin dediği gibi aslında ölüm hayat-ı bakinin mukaddimesi değil midir?

   İşte bu inanç ve iman Hz. İsmail’i yumuşatmış ve bıçak onu kesmemişti. Çünkü bıçağın kesmesi için az da olsa bir sertlik bir mukavemet gereklidir. Hz. İsmail, Allah’ın iradesi önünde o kadar yumuşamış, o kadar kendinden geçmişti ki, bıçak kesecek bir şey bulamamıştı. Bıçak lisan-ı hal ile yükselen bu teslimiyetin dilinden anlamıştı.


Hanife Çobanlar




8.02.2018

Kaybolmak Üzerine


...
Bilmediğimiz yerlere gidince mi kayboluruz sadece?
Yoksa annemizin  bir anlık gülüşünde, babamızın asla saçımızı okşamayışında da kaybolabilir miyiz?
Bir serçenin kanadına takılıp giden bir şarkıda mesela,
Kaybolabilir miyiz?
Buldum!
Belki de en güzel duraklarda kayboluruz. Binersek eğer yanlış kararlara.
Kaybolur muyuz?
Kaybolduk!
... Hayır hayır!
Daha değil dur!
Bazıları vardır ki, kalbini avuçlarının içine bırakmak istedikleri, kıvrılıp dizine uyuduğunda kaybolur.
Sevdiğinin gözünün içinde kaybolanlar da vardır. Diyebilirsin: "Küçücük yer yahu, adım atsan ayağın sığmaz."
Ama o kaybolur işte.
Belki de yalandır çoğu!
Aslında hiç kaybolamayız.
Ben mesela beceremem bir türlü. Bir çip var sanki ruhumda, nereye gitmeye yeltensem bulup çıkarırlar.
Özenirim sadece onlara. Onlar?
Hakikaten kaybolmayı bilenler...
Derler ki; ‘Bu akvaryumda susadık ve başladık suyumuzu içmeye.’
Onlar gitmişler bir yerlere ama nereye?
Kaybolmak için diyorum, nereye gitmek gerekir?

-Zekiye Celep

1.02.2018

Doldur Boşalt

    Namlu bidona.. Her Türk erkeğinin hayatının kısa bir döneminde de olsa duyacağı bir emir kipi içeren cümle. Bu emir cümlesini tam anlamıyla uygulamazsa birinin bedenine g3 mermisi dönerek girip 10 santimetre karelik oyuk açarak çıkabilir. bunu kimse istemez. O yüzden o emiri dinlemelisin 20 yaşındaki genç arkadaşım.

   Aslında bu yazıyı dağlardaki koyunlara yazacaktım ama ziyan'ı okuyacak Fatoş ve ayazda donarak ölen fakat üşümeyen kahraman Türk askerini anacağız.

   Yüksek tutuş.. Eğer bu emri duyuyorsanız ya birazdan komando andını okuyacaksınız ya da rafting yaparken ruhu komando olan bir yarım akıllının haykırışına şahit olacak turistlerden birisi olma ihtimalin çok yüksektir.

   Ayazı neden seviyorum diye soruyorum. Askerliğimi daha yapmamış olmanın verdiği bir duygu mu bilmiyorum. O, saçları üç numara, suratları yara bere içinde kalmış, ne yaptıklarının farkında olmayan çocukların ruhu.  Bir gün Osman için saçımı üç numaraya vurdurmuştum. Bir anıyı canlandırmak içindi her şey.

   Cevapsız kalmıştık. Cevapsız kalmışlardı. Neden donarak ölebilirdik ama asla üşümezdik? Kim annesine üşüyorum diyebilirdi ki? Ayazdan donsa da, ölse de hiçbirisi üşümedi. Üşümeyecek. Üşümeyeceğiz.

   Bisikletli şahısla ayazda yürürken dedi ki: "Biz böyleyiz, dağda askerler ne yapıyor acaba?". Ne yapıyorsunuz? Beyazın boşluğunda önünü göremeyerek nöbet mi tutuyorsun? Yoksa üç beş nöbetinde zifiri karanlığa bakarak sövüyor musun?

   Sen kardeşim, her ne yapıyorsan devletin bekası için yapıyorsun. Son nefese kadar hep son sözüm olan devletin bekası için bedenim canlı ya da cansız milletimin emrinde!


-Ali KOÇ