30.09.2018

Amel Defterim


Yırtılmış amel defterim
Bilir misin ey üstad
Ben neler eylerim?
Bazen severim Tanrı'yı
Bazen de dilrubayı
Onun için ne takarım hüsranı
Ne de mukadderatı.
Zaten halimiz bozuk 
Mey dersen kırık kadehe mahkum
Dedim ya yırtılmış amel defterim
Velhasılı rüzgar nereye götürürse
Oraya giderim!..


Fatih Mehmet şahin




25.09.2018

Delirme Günlükleri


“Yalan” kanseri: Hainin dilinden ihanet
İki gözü önüne akıyormuş insanın gerçekten. Ne kadar yıkılıp enkaz olsa da insan, sabah oluyormuş. Öldüm sanıyor ama ölmüyor, yaşamaya mecbur devam ediyormuş. Ölmek istediği için suçluluk duyarak ölmemek için bir şeyler yiyormuş.

Hayatımda hiç bu kadar yıkıldığımı hatırlamıyorum. Titreyerek öne arkaya sallanarak ağladığımı… Kafamı duvara vurduğumu (ruhsal acıyı dindirmek için fiziksel acı bir yere kadar işe yarıyor) öyle bir suçluluk, öyle bir vicdan azabı, tırnaklarımla derimi kazımak istiyorum, yorganın altında yok olup bu dünyadan silinmek istiyorum. Öyle bir kendine nefret, hiçbir şeyin anlamı kalmamış, öyle bir umutsuzluk.

Nedir bu kadar yıkan insanı? Bile isteye yapılan yanlışlar, yalan yere edilen yeminler… İhanet… Onursuz, ahmakça yalanların bünyede yarattığı tiksinme hisleri… Tıpkı bir kanser gibi vücuda yayılan hastalıklı düşünceler. Yalan bir hayatı sahte bir kişilikle yaşamak. İlginç olansa dışarıdan bakınca gayet normal, hatta iyi diyebileceğin biri gibi görünmek… En yakının bile anlayamıyor. Ne demişler; bir insana ne kadar yakın olursan ol, kafasından geçenleri asla tam anlamıyla bilemezsin. İrvin Yalom’du galiba. Ve ne yazık ki tüm bunlardan canı en çok yanan da o en yakını oluyor…

“Gerçeğin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.” Çünkü.

Peki neden bu kadar yalan söyledim? Neden olmak istediğim kişi olamıyorum da başka biri gibi davranıyorum? Ne istediğimi biliyorum fakat katiyen davranışlarıma yansıtamıyorum. Sanki zorlamayla gidiyor. Var olan gerçekleri görmezden gelebiliyorum ama var olmamasını sağlayamıyorum. Gerçeği gizlemenin bir anlamı olmadığını öğrendim. Geçmişi unutmak isteyebilirim ama silemem. Bir sırrı dünyadaki herkesten gizleyebilirim ama kendimden gizleyemem. Kanser olduğuma inanıp inanmamam bir şeyi değiştirmez, tedavi edilmesi gerekir. En ufak bir doku, bir hücre bile kalmamalı. Yoksa yayılır ve kötü sonuçlar doğurur. Nitekim öyle oldu. Bir ilişki öldü. Güven öldü. Umut öldü. Sevgi can çekişiyor. Akıl sağlığı taze bitti. Enkaz kaldı geriye. Enkaz…

Adam kadını sevdi. Kadın ihanet etti, yalan söyledi, pişman oldu, sonra geçmişi sildi, devam etti. Adamı sevdi sonra, bir daha yalan söylemedi. Bir daha ihanet etmedi. Ama silinmemiş geçmişi. Adam gerçeği öğrendi. Yıkıldı. Kadın kustu, tüm pisliği çıkardı içindeki. Kadın bir daha ölür de yalan söylemez. Adam bir daha sever de güvenmez. Kadın mahvoldu deli gibi severken adamı kaybetti. Kaybedecek bir şeyi kalmadı. Kadının tüm korkuları gerçek oldu. Adamın kaybedecek bir şeyi kalmadı, umudu, yaşama sevinci öldü. Adam sustu. Kadın sustu. Kadın adamı seviyor, adam kadını seviyor. Artık inanmıyor adam. Sevildiğine inanmıyor. Kadın deli gibi seviyor, inandıramıyor. Güzel bir hikayeye korkunç bir son. Yalan kanseri sevgiyi yendi: Aşk öldü.


-Yorum Kale




7.09.2018

Balkon




   

Öylece duruyorum bu tozlu balkonda. Ne kayboluyorum ne de var oluyorum. Olmuyor. Sırtımda sükûttan örülmüş bir hırka, ben üşüyorum.  Balkondaki demir korkulukların arasından bakıyorum,  paslı korkuluklar. İçim de onlara uyuyor. Göğüm karanlık, artık bulutlar da gelmiyor. Onları da anlıyorum, ben olsam gelir miydim bilmiyorum. Bazen balkonun tozu yapışıyor kirpiklerime, gözyaşlarımla yıkıyorum. Sonra uykum geliyor, kıvrılıyorum balkonun köşesine uyuyorum. Sonra yine uyuyorum. Geçmiyor yine uyuyorum. Uyumak uykusuzluğuma çare olmuyor. Çare ne bilmiyorum. Bilmeye bilmeye oturuyorum balkonun köşesinde. Neriman teyze yemek getiriyor bazen. Zorla ağzıma tepiştiriyor. Başlarda hakkımda cevap alamadığı bin tane soru sorardı. Sonra dilsiz olduğuma karar verdi kendisi. Vazgeçti artık sorular sormaktan, hapisteki oğlundan bahsediyor. Oğlunun suçsuz olduğuna, haksız yere hapiste olduğuna ikna etmeye çalışıyor beni. Ben paslı korkulukların arasından bakıyorum, gıkım çıkmıyor. Kocasıyla kavgalarını anlatıyor. Komşularının dedikodusunu yapıyor, ses etmeyeceğimi bildiğinden ağzına geleni söylüyor. O da birine anlatıp rahatlamak istiyordur diyorum, hoş görüyorum. Bazen sokaktaki çocukların topu düşüyor balkona, ben öylece bakıyorum. Gelip alıyorlar toplarını. Alıştılar artık bu halime, garipsemiyorlar.  Bazen Zeliha geliyor, küçük arkadaşım. Bir tek onun gözlerine bakıyorum, bir tek ona gülümsüyor içim. Gök mavisi gözleri var Zeliha’nın, upuzun kirpikleri, simsiyah saçları. Genelde balıksırtı örülmüş oluyorlar ama arada at kuyruğu da yapıyor saçlarını. Hiç soru sormuyor Zeliha, gözlerimin dilini sadece o biliyor. Bana dondurma getiriyor bazen. Okulundan bahsediyor. Bir oğlan varmış, saçını çekip dalga geçiyormuş benim minik Zeliha’mla. Ben bulursam ona sorarım, diyorum gözlerimle. Beni desteklercesine elimi tutuyor. Bazen saçlarımı tarıyor, kendi saçları gibi örüyor. Bazen şarkı söylüyor bana, sesi bir ırmakta yıkanmış kadar güzel. Ömrümün sonuna kadar dinlesem bıkmam. Susma der gibi bakıyorum gözlerine. Devam ediyor. Bugün yine geldi minik Zeliha’m.  Ufak bir radyo getirmiş, yanımda duran çürümeye yüz tutmuş tahta sehpanın üzerine bıraktı. Artık sana şarkı söyleyemeyeceğim, dedi. Babasının tayini çıkmış, Düzce’ye gidiyorlarmış. Gıkım çıkmadı. Sarıldı bana, ağladı. Benim gıkım çıkmadı, içime aktı gözyaşlarım. Ona söylemek istediğim milyonlarca güzel kelime vardı, gıkım çıkmadı. Şimdi paslı korkulukların arasından gök mavisi gözlere son kez bakıyorum. İçimdeki son gülümsemeyi de alıp gidiyor Zeliha. Ben sükûttan örülmüş hırkamla, karanlık göğün altındaki bu balkonda bir başıma üşüyorum. Son bir gayret titreyen ellerimle radyonun açma tuşuna basıyorum. Radyoda gök mavisi bir türkü çalıyor, Zeliha’nın gözleri gibi bir türkü. Ve ben sükûttan örülmüş hırkamla, karanlık göğün altındaki bu balkonda bir başıma üşüyorum.



-Rabia




2.09.2018

Bilindik Bir Hikaye


"Sadece tezgâhı temizlediğinden emin misin?" diye sordu. Soruyu bir anda duyunca afalladım. Çok da düşünmeden sağıma soluma baktım, hemen ardından ona baktım.
Sağ elinin işaret parmağı ile başparmağını küçük mavi fincanın kenarındaki yuvarlağın içinde birleştirmiş, ona yaptığım sütlü kahveyi yudumlamak üzere ağzına yaklaştırırken o badem gözleriyle bana bakıyordu. Evet, bana sormuştu. Bence çok anlamsız bir soruydu; çünkü sadece iki adım atarak ulaşabileceği kadar gözünün önündeydim. Sadece tezgâhı temizlediğimi o da görüyordu.
Belli belirsiz duyulan bir “Hüüp” sesinden sonra fincan ve tabağın buluşma sesini de duydum. Hemen ardından da “Heey sana diyorum.” dedi o badem gözlerini kocaman açarak. Ne söylediğimi benim bile anlamadığım birkaç kem küm kelimenin dudaklarımdan döküldüğünü duyunca yavaşça gülümseyerek arkasına yaslandı, o anaç bakışlarıyla bana bir andan daha uzun baktı. Dedi ki “Tezgâhın aynı noktasında gezdirdiğin o tel, kalbindeki lekeleri de temizleyebilir mi sence?”. O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Nasıl anlamıştı o günü düşündüğümü. Hatta bu kez sadece düşünmekle kalmayıp hissettiğim o duyguyu içimden söküp atmaya çalıştığımı aptal bir bulaşık teli sayesinde mi anlamıştı. Gerçekten garip biriydi doğrusu. Garipti ama insana huzur veren bir duruşu vardı. Madem içimdekini görmüştü, birazcık da ben dökebilirim içimi diye düşündüm.
“Yok, temizlemez elbet. Peki, ne temizler sence bu içimdekini Gülbahar Abla?" dedim. “Kaç zamandır hissettiğim yetmez mi? İçimden çıksın gitsin istiyorum artık.”
Bir saniyeden kısa süren bir şaşkınlık gördüm gözlerinde. Benim kendimden beklemediğim gibi o da beklemiyordu sanırım içimi açmamı. Hiç bozuntuya vermeden toparladı, hafif bir öksürükle boğazını temizledi, fincanı eline aldı ve “Kelimeler” dedi ve ardından az öncekinden daha belirgin bir “Hüüp” sesi duyuldu. "Kelimeler mi?" diye geçirdim içimden. Daha önce konuştuğum bir konuydu bu kelimeler, ne işime yarayacaktı ki? Ama sesimi çıkarmadım, ben bir şey demesem de konuşmasını sürdüreceği belliydi, bekledim… 

(devam edecek...)



-gamzeyimkiben





Felçli Hisler


   

Felçli bir hasta gibiyim
Hissedemiyorum bazı şeyleri
Eylemsellikten uzağım
Düşünmek bile zor geliyor
Sahi ne olacak bu halim?
Kim kurtaracak beni?
Kimse!
Sevmek ve sevilmek istiyorum
Hatta aşık olmak belki...
Ama hiçbir derman yok yarama
Dedim ya felçli bir hasta gibi
Eylemsellikten uzağım
Lakin, ben seni sevmenin
Elbet bir yolunu bulacağım!


-Fatih Mehmet Şahin




1.09.2018

3. Renk Senfonisi / Mandalina Yeşili



































   

+ Çayına kaç şeker atıyor? 
- Bilmiyorum.
+ O zaman tanımıyorsun. 
- Ama..
+ Şşşş

Çocuk okuldan eve kadar arkadaşları ile yağan karın tadını çıkarmıştı. Fakat fena halde üşütmüştü. Annesi azarı basmıştı sabiye. Üstü başı fena haldeydi. Anne hemen çocuğun üzerini değiştirip çocuğu sobanın yanına aldı. Yorgun olan sabi uyuyakalmıştı. 

Yokken varlığı aranan varken de varlığı ağır gelen adam kapıyı çaldı usulca. Kapıyı açan kadın adamın elinden ekmekleri ve sırtındaki ince paltosunu aldı. 

Cefakar kadın bir hışımla mutfağa gidip ekmeklerini bıraktı. Sofrayı kurup sabiyi uyandırdı. Yemekler öyle lezzetliydi ki adamcağız kadına varlığına şükür dercesine kadının yeşil gülen gözlerine bakıyordu. 

Adam çocuğu ile ilgilenmeye başladı. Çocuk terliyordu. Annesi meyve getirmişti. Sobanın üstünde ise kestaneler pişiyordu. Çay demini almıştı bile. Kadın yeşil mandalinayı soyup dilimleyip çocuğuna yediriyordu. Adam ise eşinin ve çocuğunun elleri yanmasın diye kestaneleri soyuyordu. 

Çocuk çoktan uyumuştu. Artık yeşil mandalinayı kadın ve adam yiyordu.


-Ali Koç




Solgun Yeşil



Binlerce kilometre yolun ardına saklanıp gelmiştim şehre. Yeşilin, mavinin binbir tonunu peşime takıp gelmiştim. Griyi boyamaya, siyahı aydınlatmaya, beyaza renk katmaya karar vermiştim. Soluk binaları ve yamalı asfaltları geçip ete kemiğe cümbüş olmayı dilemiştim.

Sonbaharın çaldığı kapıyı açıp kurumuş yaprakları yeşertecek, beyaz örtüyü kaldırıp baharı getirecektim. Çiçekler açacak, papatyalar sevgiliye talih olacaktı. Yeşil dallara bülbül konacak, kargalar viran olacaktı, olmadı. Beceremedik velhasıl. Umudun karnı ağrıyor, doktorumuz yok. Ağaçların karı erimiyor, güneşimiz yok. Yeşile hasretiz bu ara. Gözlerimiz fal taşı gibi ama beyazlık gözümüzü alıyor.

Biliyor musun Sabahat abla bütün bunlar olurken dünya dönüyor ama her gün daha büyük bir karanlığa. Gecemizi aydınlatacak güneşi arıyorum be abla. Ufuk çizgisini seçecek bir göz bakıyorum. Kör değilim elbet ama bundan sonra aydınlığı bulur muyum, hiç sanmıyorum.


-Kubilay Önlüel