1996 yılında, Bryan Adams konserinde olduğunuzu düşünün.
Telefon ışıklarının yokluğunda yüz binleri yanınıza alıp,
sadece hayranı olduğunuz sanatçıya bakıyor ve en sevdiğiniz şarkıları
söylüyorsunuz. Konserde yanınızda duran insanın yüzünden bile bihabersiniz.
Çıkışta eve, içinizi kapsayan garip duygularla James Dean gibi yürüyerek
gidiyorsunuz. Anahtarı bir süre cebinizde aradıktan sonra eve giriyorsunuz.
Yatağa kendinizi attığınızda gözlerinizi kapatıyor, 4 saniye sonra hafif bir
gülümsemeyle geri açıyorsunuz.
Şimdi bir de sizi en çok heyecanlandıran kişiyi düşünün.
Telefon ışıklarının olmadığını.. Yüz binlerce kişinin,
aslında sizin duygularınızı temsil ettiğini.. O kişinin karşınızda durduğunu..
Hafifçe başınızı eğip, sadece onu izleyişinizi düşünün.. Ahtapotlar gibi üç
kalbe sahip olmadığımızın farkındayız. Fakat kabul etmek lazım, gözlerimizi
kapattığımızda gönüldekine duyulan hayranlığı en az ahtapotlar kadar
hissedebiliyoruz.
…
Ahtapotların gönlü temsil ettiğini düşünürsek, bir kivinin
beyni temsil ettiğinden neden şüphe duyalım? Sekiz portakala bedelmiş sonuçta…
- O yoğunlukta bilimsel bir saçmalık gibi düşünüyoruz bunu.
Fakat yalnızlığımızda, gönlümüzdekinin bir bakışı aklımıza geldiğinde; sekiz
dakika boyunca boş duvara bakabiliyoruz. Beyinle düşünüp, kalple yoruluyoruz.
Filmlerde, kitaplarda, hikâyelerde mutlu sonu öğretiyorlar
mesela...
-Yoğunluğumuzda, öğrettikleri gibi anlık mutlu oluyoruz.
Gözlerimizi kapatıp açmamız arasında geçen süre yine 4 saniye. Bu sefer biraz
daha mahzun ve sinirliyiz. Bize mutlu olmayı öğrettiler, nasıl mutlu yaşanır
bilmiyoruz ki?
Haydaaa…
Şimdi işin yoksa 8 portakalla düşün, bir ahtapotla yorul.
…